Dikeni(e) Yazdım

Mehmed Boyacıoğlu

GÜL YETİŞTİRENLER az olunca, gayretleri kâfi gelmeyince etrafı dikenler sardı, bize de onları yazmak düştü.

Yüreğimiz yine yanıyor. Acımızı tarife kelimeler yetmiyor. Yine ocaklar sönüyor. Günde kaç kez “Allah’ım, Hesap Gününde… mü’minlere mağfiret et” diye yalvaranların çocukları, torunları üçer beşer düşüyor. Birer küçük âlem olan, içlerinde sure-i yasin yazılı yasin suretliler kanlar içinde yere seriliyor. Vehmî, tanımı yapılmamış “idealler” uğruna. Orada, şairin dediği gibi ‘insanlar birer kemiyet’. Artık spikerler sadece kaç kişinin öldürüldüğünü anlamak için kâğıda ya da monitöre bakıyorlar, haberin gerisi alışıldık, bildik hikâye.

Bu hikâyeden kaç yürek gerçekten yanıyor, bu manzara kaç yetkilinin korkulu rüyası oluyor?

Sormaya devam edelim:

Ahçiği yolladım uRum eline / Eser bad-ı saba zülfün teline / Gel seni götürem İslâm eline1

mısraları neyi anlatmakta acaba? O zamandır Türkeli veya Kürt diyarı demeyi niye düşünmemişler acaba?

Temel hak ve hürriyetlere az buçuk vurgusu bulunan bir anayasanın hazırlanmakta olduğu bir hengâmda bu tatsızlıkların birden bire patlak vermesi birilerini muhasebeye çağırmıyor mu?

Ölen çocukların çoğunca fakir ve orta gelirli ailelerden geldiğini görüyoruz. Meşhur bir sorumluya denildiği gibi; “bu mermiler fakir, zengin mi seçiyor?”

Askerî bürokraside ve bazı sanayi kolları içinde bu kirli savaştan nemalanan kimselerin olduğunu, yoksa sade vatandaşlar dahi biliyor muydu?

Koskoca bir kıtayı birleştirme iddiasındaki bir ülkenin başkenti o kıtanın başkenti olma, yerellikleri bir kıta bilinci içinde potasında eritme iddiasındaki bir başkent birilerinin enstitüsünü kuruyor?

Dört dilin konuşulduğu İsviçre’de istikrar, millî birlik ve beraberlik oluyor da, bizim diyarların bir yerinde dil ayrılığı neden kan ve gözyaşı getiriyor?

Bu coğrafyada bir iki yüzyıldır at koşturan siyasi ve sosyal aktörlerin kimler olduğu hususunda derin bir tarih araştırması düşünülüyor mu acaba? Yoksa geçmişte yaşananlar, şimdiki devlet-ulus şablonunun çerçevesine sıkışıp kalıyor mu?

“Ne mutlu Türküm diyene” yazıldığında cascavlak, ormansız olan dağ ve tepeler, aynı arazi, o meşum sözün Kürtçe muadili yazıldığında ekvatoral ormanlarla mı kaplanacaktır?

Doğuda, hiçbir derde derman olmadığı halde birçok çareye dert olmuş bir adamın gelişinin yıldönümü sırasında bazı bedbahtlar taşkınlık yapınca karşı saftaki bazı bedbahtlar da karışıklık çıkarmışlar. Sizde denenmiş; kötü tesirleri defalarca görülmüş, bu yüzden hastalığı azdırmış bir ilaç defalarca denenir durur mu?

Öldürmek için gösterilen canhıraş gayret yaşatmak için gösteriliyor mu? Ezcümle, bu ilan edilmedik savaş başlayalı yirmi üç yılı geçti. 1984’de doğanlar bu sene yirmi üç yaşındalar. Şimdi dağda helikopterler desteğinde bu yirmi üç yaşındaki Hasan ve Hüseyinler kovalanıyor. Acaba yirmi üç sene önce, doğumları sırasında annelerinin imdadına bu helikopterlerden kaçı yetişip de bir büyük şehrin doğumevine ulaşabilmeleri sağlanmıştır? Bu soruyu şimdi sormaz isek tekrar bir yirmi üç sene geçmesi gerekmeyecek mi?

Öldürmeye odaklananlar, derdin derinlerde olduğunu gösteren başka ölümleri niye görmezler acaba? On beş erin katledildiği günlerde bir dostum bize geldi ve şöyle dedi: ‘ağabey, bayram tatili içinde Türkiye’de trafik kazalarında yüzden fazla kişi ölmüş, kimsenin aldırdığı yok, herkes erleri konuşuyor.’ Bu bir sayı meselesi değil; başta dediğimiz gibi her insan başlı başına bir âlem ve değer. Ancak, bu yirmi üç yılda trafikte ölenlerin sayısının, malum fitnede ölenlerin sayısını üçe dörde katladığını da görmeden edemiyorum. Acaba hak edilmeden, layık olunmadan alınan, rüşvetle alınan ehliyetlerin hesabını hangi dış veya iç mihraka soralım? Müskirlerle sarhoş olan, hikmete râm olmadan araç kullanan kafalar Türk ve Kürt diyarı ayırımı gözetiyor mu acaba? Aramıza dikenli teller çekilse o dertler her iki tarafta da yaşan-maya devam etmeyecek midir?

Birilerine göre, millî birlik ve beraberliği bozan tek unsur PKK’dır. Olmayan şeyin bozulması kàbil midir, dostlar? On yıllardır, özellikle televizyon çıkalı beri büyük şehirlerde insanlar; özelde yakınlar ve coğrafi yakınlar olan komşular arasında arzu edilen muhabbet ve meveddet var mıdır? Birçok ev sahibi, yürüme mesafesindeki kiracısı ile kira alma bahanesi ile dahi olsa ile ilgilenmemekte, parayı banka vasıta-sıyla tahsil etmekte değil midir?2 Okuma-yazma oranının “istendik” seviyede olduğu Ege’nin köylerinde miras paylaşımı gibi hiçten sebeplerle, kardeşlerin birbirini öldürebildiğini bilmiyor muyuz?

Bu sütunların okurları polemik değil, Risale kaynaklı tefekkürî yazıları okumayı umuyorlar haklarıdır: Oradan bir alıntıyla meramımı açık ifade etmiş olayım: Müellifinin, On Beşinci Mektubda “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri neden keşfedemediler…” sorusuna verdiği enfes cevabı hatırlayalım; uzun gitmemek için son kısmı alıyorum: ‘… Demek o hâdisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”

Kısacası, problem büyüktür, dert girift ve komplikedir. Bütünü göremeyen parçanın bütün içindeki yerini de kavrayamaz.

Oysa bu ıslah düşüncesi, ne o taraftın “etnik” milliyetçiliğinde mevcuttur, ne de berikinin Kemalist milliyetçiliğinde.

Allah bu topluluğa, Fatiha’daki “biz” olma şuurunu versin; gerisi boş laftır, abes sözdür, vakit kaybıdır.




1 Bir Elaziz türküsü, kaynak kişi Enver Demirbağ.

2 (Sosyologlar buna atomize olma diyorlar; bu hususta Lonely Crowd başlıklı kitaplar da yazmışlar, aklım ermez; zira hepsini toplasam bir Dördüncü Mesele etmez)

  15.12.2007

© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut