Tecrübe ile hamiyeti buluşturmak

RİSALE-İ NUR’DAN bir bahis sözkonusu olduğunda, ezber beni korkutur. Risale-i Nur’dan birçok bahsi ‘anahatlarıyla’ ezberinde tutmanın yolda-beride, durakta beklerken, yani ‘pasif’ düşünme zamanlarında Risale üzerine tefekkür imkânı sağlama gibi büyük bir işlevi vardır ama, ezberine güvenmek ‘anahatlar’da yol alırken nüansların taşıdığı tefekkürî inceliklerden mahrum kalma riskini beraberinde getirir.

O yüzden aslolan, Risale-i Nur’dan kabımızın alabildiği kadarını hâfızamıza nakşetmeye çalışırken, hiçbir zaman için hâfızamıza güvenmemek; anahattında hâfızamız yardımıyla ilerlediğimiz bahislerde, ilk fırsatta sadırdan satıra dönebilmektir.

Bunun ne derece elzem olduğunu, yakınlarda, anahatlarıyla hafızama nakşetmeye çalışmış olmakla birlikte epeydir ‘satırdan’ okumadığım Münazarat’ın ilk sayfaları vesilesiyle, bir kez daha kavramış oldum.

Bediüzzaman’ın ‘azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı talihsiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi’ olarak yazdığı iki eserden ikincisi olarak ‘reçetetü’l-avâm’ Münazarat, tıpkı ikizi ‘reçetetü’l-ulema’ Muhakemat gibi, Bediüzzaman’ın zor bir zamanda bir çare arayışını yansıtıyor. Ve, sayfalar boyunca parlak bir dimağın ve ‘himmeti milleti olan’ büyük bir kalbin ızdırabı da sürekli satırlara yansıyor.

Bu meyanda, Bediüzzaman’ın zikrettiği “Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor” sorusu ve bu soruya verdiği cevap, bu bahsi ilk okuyuşumun üzerinden geçen neredeyse yirmi seneden beri dilimde. Bediüzzaman’ın o gün ‘makine-i ahval’in güzelce işlememesinin sebebi olarak zikrettiği ‘nur-u kalb ve nur-u fikri cem’edenler’in ‘vezâife kifâyet’ edememesi olgusunun bugün de devam etmesinden; ehl-i dinin bugün de büyük ölçüde kalbsiz fikirler ve fikirsiz kalbler arasında perişan bir hal arzetmesinden ötürü elbette... Onun hayatı boyunca izini sürdüğü, bir örneğini kendi hayatıyla ve eseriyle sunduğu bu büyük bütünlük, bu akıl-kalb buluşması, ne yazık ki Münazarat’ın üzerinden geçen yaklaşık bir asra rağmen bugünde Müslüman dünyada ve Müslüman hayatlarda gereğince tesis olunabilmiş değil.

İşte bu ızdırapla, Bediüzzaman’ın kendi zamanında sorduğu soru ve verdiği cevabı, arada bir hâfızamda ve dilimde hüzün içinde tekrarlama itiyadı gelişmiştir kendi dünyamda. “Makine-i ahvâl neden güzelce işlemiyor?” “Nur-u kalb ve nur-u fikri cem’edenler vezâife kifâyet etmezler. Hem bazı ehl-i gayret ve hamiyette meyl-i tahrip meleke olmuştur, tamire pek alışık değiller. Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise eskisine bir derece meyl ile istidadları pek müsait değildir. Demek bize bir nesl-i cedid lâzımdır.”

O gün olduğu gibi, bugün de aynı soruya aynı cevabı veriyor olmak; bir asır sonra bugün de bir ‘nesl-i cedid’ lüzumunu hissetmek, muhakkak ki hüzün verici.

Ama ‘makine-i ahval’in Müslüman dünyada işlemeyişi olarak Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu sebeplerin her biri ne kadar da berrak, ne derece hayatî: (1) Nur-u kalb ile nur-u fikri cem’edenler yok değil, ama vazifeler o kadar çok ki onlar bu vazifelerin hepsine yetemiyor, yetişemiyorlar. Dolayısıyla birçok yerde meydan fikirsiz kalbler ile kalbsiz akıllara kalıyor; dolayısıyla kurulması gereken o bütünlük bir türlü kurulamıyor, mizan dosdoğru tartamıyor, hayatlar bir istikamet üzere oturamıyor. (2) Bazı gayretli ve hamiyetli mü’minler de var ki, yanlış olanı ‘yıkma’ üzerine gayretini teksif ettiği için doğru olanı inşa yolunda lâzım gelen hamiyeti gösteremiyor. (3) Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise, ortadaki problemi gereğince kavramaktan âciz; özellikle ikinci gruba mensup kişilerden gelen eleştirilere bir türlü anlam veremiyor; az bir çaba ile çözülebilir bir meseleyle yüzyüze olunduğunu, tevarüs edilen yapının anahatlarıyla sapasağlam ayakta durduğunu düşünüyor; dolayısıyla “Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlal” gerçeğini farkedemiyor.

Bu, bugünün de problemi ne yazık ki... Nur-u kalb ile nur-u fikri cem’etmiş; aklı ve kalbi beraberce çalışan; hali bir ilme dayanan veya ilmi bir hale inkılab etmiş; özü sözü bir, söylemi ve eylemi uyumlu mü’minler bir azınlık değil mi hâlâ aramızda?

Aynı şekilde, “Bu gidiş gidiş değil” diyenlerimizin doğru bir yaşayış ve sağlam bir tefekkür sünme yolundaki zaafiyetleri ortada değil mi? ‘Radikal’ diye tesmiye edilen hamiyetli mü’minlerden ‘gelecek’ adına ‘geleneği’ eleştiren ve mü’minlerin asıl ihtiyacı ‘tecdid’ iken ‘içtihad’-merkezli bir tartışmayla çıkış yolu arayanlara uzanan yelpazede yer alan nice ehl-i gayret ve hamiyet, Bediüzzaman’ın tarif ettiği duruma uyan bir vaziyet göstermiyor mu?

Peki, ‘içtihad’-merkezli çıkışlara karşı ‘geleneği de, geleceği de’ muhafaza gayretiyle yola çıkan; bu meyanda “Gel ey Osmanlı!” diye vâveyla eden, ümmetin başına yeni bir Sultan Abdülhamid bekleyen, şimdiki vaziyetten çıkış yolunu Mustafa Sabri Efendi misali bir yaklaşıma sahip olmakta gören nice ‘ehl-i tecrübe ve tamir’ de, hal-i hazırı doğru okuyamama, bir ‘tecdid’e olan ihtiyacı görememe za’fiyetiyle mâlûl değil mi?

Bütün bunlar, okuduğum ilk günden bugüne, hâfızamda ve dilimde tekrar ettikçe ilgili bahisten çıkardığım dersler, hisseler.

Gelin görün ki, yakın zaman önce ilgili bahsi uzunca bir aradan sonra bir kez daha ‘satırdan’ okumaya giriştiğimde, bahsi hâfızama taşırken iki büyük ve anahtar kelimeyi düşürdüğümü farkettim.

İlgili bahis, tamıtamına, şöyleymiş meğer:

“—Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?”

“Tecrübe, hamiyet, nur-u kalb ve nur-u fikri cem’edenler vezâife kifâyet etmezler. Hem bazı ehl-i gayret ve hamiyette tahrip bir meleke olmuştur, tamire pek alışık değiller. Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise eskisine bir derece meyl ile istidadları pek müsait değildir. Demek bize bir nesl-i cedid lâzımdır.”

Bahsi bu şekilde okuyunca, görülüyor ki, Bediüzzaman ‘ikili’ değil, ‘dörtlü’ bir bütünlüğü arıyor. Sadece ‘nur-u kalb ve nur-u fikrin cem’i’ni değil; ‘tecrübe, hamiyet, nur-u kalb ve nur-u fikrin cem’i’ni... Bu dörtlüde tecrübe ve hamiyetin beraberce varlığının önemini ise, bahsin devamındaki iki cümleyle pekiştiriyor Bediüzzaman. “Bazı ehl-i gayret ve hamiyette tahrip bir meleke olmuş, tamire pek alışık değiller” ise, bunda hamiyetlerini ‘tecrübe’ ile buluşturamamalarının hissesi var. Tıpkı “Bazı ehl-i tecrübe ve tamir eskisine bir derece meyl’ gösteriyor ise, bunun tecrübelerini ‘hamiyet’le buluşturamamalarıyla irtibatlı olması gibi.

Velhasıl, vaktiyle farketmediğim iki kelime, ‘makine-i ahval’in güzelce işlemesi için iki anahtar sunuyor bize. Bir tecrübe yaşamadan, bir hevesle, bir ümitle gayreti ve hamiyeti kuşanmak kolay; ama binbir sınanmanın, onca sukut-u hayalin rağmına, bilakis bunları ‘tecrübe’ de etmiş olarak gayretini ve hamiyetini sürdürmektir asıl mesele. Keza, tecrübe, onca badirenin, onca sukut-u hayalin karşılığı olarak bizi ümidin ve iştiyakın yolundan alıkoyuyor, hamiyetimize mani oluyorsa, ne kıymeti vardır?

Aslolan kalbi akılla, tecrübeyi hamiyetle; bu dördünü birbiriyle buluşturmaktır.

Bunun için ise, şevki şefkatle buluşturmak; ‘muzaaf ihtiyaç iştiyaktır, muzaaf iştiyak aşktır’ formülünü işletip olması gerekene aşk ile yapışmak galiba şarttır.

  08.12.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut