Hayatımızdaki kimi işaretler

Zehra Sarı*

YÜRÜRKEN BİR gül gördüm; "Ne kadar da güzel bir gül" dedim; tutup kokladım, sevdim. Ertesi gün, büyük bir heyecanla tekrar gülün yanına gittim; gül yoktu, solmuştu.

Akşam ayın hilal halini seyretmekten o kadar çok hoşnut olmuştum ki; gece dayanamayıp kalktım ve uzun uzun tekrar o seyrin keyfine bıraktım kendimi. Sabah, kalktım; kaldığım yerden devam edeyim seyrime dedim; Ay yoktu, yerini güneş almıştı. Ayın gidişine dayanamaz sandığım duygularım; çoktan güneşin ziyasına kendini kaptırmıştı; ruhum bilmediği bir yerlerde gezinmenin hazzını yaşıyordu. Evet, ruhum ay gibi, güneşi de sevmişti. Güneşle gün ve yeni bir koşuşturma daha başlamıştı.

Yeni birşeylerin alınması için, birşeylerin kazanılması gerekiyordu ve hayatı devam ettirebilmek için işe gidildi. Yolda tatlı mı tatlı bir çocuk gördüm; sapsarı saçlarıyla, güldüğünde gülen gözleriyle; kalbim, bu çocuğu da seviverdi. Bir müddet; hayran hayran baktım, dudaklarımdan “Elhamdülillah” dökülüverdi. Küçük kızla hemhal olmuş aklım, duygularım; Boğaz trafiğinde yerini öfkeye bıraktı.

Ama birden nasıl olduysa, o sinirin etkisiyle arabaların birbiri arkasına gidişini seyirden yorulan gözlerim nefes almak ümidiyle etrafı seyre başlamıştı ki; masmavi denizin güzelliğine takılıverdi. Evet uçsuz bucaksızlığıyla deniz; sınırsız ihtiyaçlarımı aklıma getiriverdi. Ben de, gözümün gördüğü kadarıyla bile bana devasa büyük görünen denizdeki damlacıklar kadar çok ihtiyaçlar içindeydim ve hepsi bu dünyada tatmin olacak zannettiğim anlarda ruhum daralmalar içindeydi. Sonsuz sevilmek, sonsuz değer verilmek, çok sevdiğim zannettiğim dostlarımca bu sevgim karşılığında çook daha fazla sevilmek beklentileriyle dolu hislerim; bu deniz kadar uzuyordu gözlerimde! Çalınan korna sesleri, son durağa geldiğimi anlamamı sağladı. Gözlerimin önünden deniz geçip gideli yarım saat olmuştu belki, ama hayal gözümde ben son durağa kadar denizle gelmiştim. Evet bana uçsuz bucaksız gibi görünen deniz kadar çoktu benim de isteklerim, ihtiyaçlarım, arzularım ve beklentilerim.

İşyerinde koşuşturma ile geçen bir gün daha bitmek üzereydi. Hedefte yine yollar vardı; sabah, geliş için geçilen yollar şimdi ise dönüş için geçilecekti. Bu sefer mavi deniz, güneşin çekilmesiyle yerini karanlığa bırakmıştı. Ama farkettim ki, sabah güzelliğine meftun olduğum denize değil de, gökyüzüne bakıyordu gözlerim ve ruhum. Sabahki deniz gibi, gökyüzü de uçsuz bucaksız göründü gözlerime. Yağmur yüklü koyu renkli bulutlarla da ayrı bir ruh iklimine aldı götürdü duygularımı.

Tekrar evlere geliniyordu. Dış kapının girişinde, bir kedi miyavladı. Başka bir sanat mucizesi olan bu kedi de; siyahlı beyazlı tüyleriyle, yeşil gözleriyle çok güzel göründü gözlerime ve içimde garip bir memnuniyet hissettim. Nedenini bilmeden, daha doğrusu düşünmeden, kediyi son bir kez daha, sanki "İyi akşamlar" der gibi selamlayıp, apartman kapısından içeri girip kapıyı kapattım.

İçeriden gelen güzel yemek kokularıyla burnum bayram ediyordu sanki! Burnumun bu bayramına, az sonra o güzel yemeği gören gözlerimde eşlik etti. Dilim de birazdan bu bayramın nasiplenenleri arasına girecekti. Tüm bunları yaşarken; yine içimde bir yerlerde tarif edemediğim lezzetler yaşanıyordu. Sanki maddeten burada doyarken, içimde bir yerlerde de birileri, görünmeyen çatal kaşıkla bu yemeklerden yiyor ve ben manen de doyuyordum. İçimde benden başka bir ben daha vardı âdeta ve bu ben benim ‘bismillah’larım ve ‘elhamdülillah’larımla, o yemeğin Asıl Sahibi'ni anlamaklıklarımla besleniyordu.

Tabii, yine bu tefekkürü daha fazla uzatmak istemeyen nefsime uyan aklım kendisini farklı şeylere verdi ve televizyonun kumandasını eline alıverdi. Ele alınan bu kumandayla sanki ruhum, gönlüm ve tüm latifelerim aklıma âdeta küstüler ve hepsi ortalıktan kaybolup meydanı kumandayı, nefsini dinleyip eline alan aklıma ve nefsime bıraktılar. Gönlüme, her akşam izlediği filmlerdeki sevgiler ağır gelmeye başlamıştı. Ruhum ise her akşam sonsuz hayatta hiç işine yaramayacak şeylerle hemhal olmaktan yavaş yavaş ölüyordu. Ve ruhumun "yeter artık" dediği an, televizyonun fişi çekilecekti ve bu defa ise ruhum izlemeye başlayacaktı filmi. Ama arasındaki tek fark; bu film tamamıyla gerçekti ve başrolü de ruhumun içinde olduğu "ben" oynuyordum. İzleyeceklerimden hoşnut olabilme ümidiyle düşünmeye çalıştım...

Herşey bir Güzel'den geliyorsa Güzel olmalıydı; ya bizzat ya da sonuçları itibarıyla! Bu kadar muntazam yaratılan ve bu kadar güzel idare edilen kâinattaki bu kısa tefekkürüm ben; her fiilin üzerinde O'nun ismi olduğu hakikatine götürdü. Bu kâinatı beni Kendisine muhatap alarak yaratan Zât-ı Zülcelâl, bu muhatabiyeti kurmamı sağlamak için bazen hastalık veriyor, bazen sağlık; bazen fakir düşürüyor, bazen zengin. Rızkımız arttırılınca Rezzak Olan'ın O olmasını anlamamızı istediği gibi; daraltınca da istediği O'na kızıp-isyan etmemiz değil, Darr olanın bunu imtihan vesilesi kıldığıdır. Ya da; O Vehhab olandır, hep Veren'dir; bazen hastalık verir, bazen sağlık; hastalık vererek sabrettirir, sağlık vererek şükretmemizi ister. Bu ikisi de O'nun tecellileridir ve O'ndan geldiği için güzeldir. Bunu bilirsek azaptan kurtuluruz. Sıkıntı, musibet, çile gibi görünen şeylerin bizi Allah'a daha çok yaklaştırdığını, içimizi nurlandırdığını farkederiz.

Dışarının karanlığı; içimizin aydınlanmasına engel olamaz. Biliriz; Allah'ın her olayın arkasında Kendini bulma gayretiyle yanıp tutuşana tevfikini vereceğini!

Rabbim! Bu kadar kötülüğün içinde doğru yolu bulmamıza yardım et; içimizi apaydınlık eyle. Amin.

  10.12.2007

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut