“Alternatif Yaşamın Denemeleri”

Hamdi Ekin*

BÖYLE BİR başlıkla sonlandırmak istedim gece yatağıma uzandığımda geçen bir günün hesabını sorgulamayı. Bu kelimeyi sıkça kullanıyorum bu aralar. Bilmiyorum, varoluşsal sorgulamalar mı desem, yoksa içimde birşeylerin ızdırabı mı? Bildiğim bir tek şey, ahir zamanı yaşıyor olmam ve bir sürü sorgulamalar içinde hayatın algoritmik hesabının sonunu getiremiyor olmam…

Önceden ehl-i dünyanın düştüğü vartalara, yaşamsal problemlere bu zamanda ehl-i imanın da düşüp içinden bir türlü çıkamadığı bir hal yansıyor sorgulayan ve ızdırap duyan kalbime. Uzun zamandır yazmaya çalışıyordum bu yazıyı, ama adını koyamıyordum bir türlü. Eskişehir’în sokaklarında bir akşam üstü koşuşturmasında, tramvayların yollarını insanlarla paylaştığı bir anda düşüyordu zihnime bu cümleler. Ardından Boğaz’ı kaplayan ve vapur seferlerinin iptaline neden olan sisle geçen bir İstanbul gezisiydi yazımın son noktalarının sıralandığı anlar.

Artık hayatımda ayırt etmemde bir hayli zorlukların çekildiği bir zamana tanıklık ediyordum. Hayat-ı içtimaiyede bulunuyor olmam ve insanlarla muhatabiyet noktasında birçok şeyde farklı düşünüyor olmamdı sorun. Düşünün ki, düşündüklerinizi düşünen insanların olmaması sizi ne şekilde etkiler? Eğer bu insanlar en yakın çevrenizdekiler bile olsa! İnsanlara neler oluyordu gibi bir soru sormayacağım elbette, ama bu olanların sadece nasıl olduğunu düşmüştüm yazdığım notlara.

Artık ehl-i dünyayla dost olduğumuz bir zamanda beraberce dertleniyorduk, yani ahir zamanı zamansız yaşıyorduk, sonlar değildi, anların zamanını en içten dileklerimizle ve çirkinlikleriyle yaşıyorduk. Bilmiyorduk çünkü neyi ne şekilde yaşayacağımızı. Ehl-i dünya ile ehl-i iman arasında ne fark vardı ki? Fetva ile anılır oldu artık yapılan herşey; fetvaya uygunluk aranır oldu. Takva ise bize çok ütopik geliyordu, hayal bile edemezdik. Peki, “Allah katında en değerliniz, takvaca en üstün olanınız” değil miydi? Ama bizler fetva sahipliğini bile yaşayamıyorduk. Çünkü herşey ortadaydı, kimse kimseyi kandıramıyordu yani….

Asr-ı Saadetin ana renklerinden birşey kalmamıştı artık, gri tonların en şahitleri olmuştuk. Hep birşeylerin altına sığınmak gibi bir sürü alternatifler üretip durmuştuk yaşamımız boyunca. Ve bile bile ladesler yapıyorduk. Bu hâl hâlâ devam ediyordu. Kendimizle dalga geçmek kadar acı birşey olmuyor hayatta, değil mi?

Ehl-i dünya ile ehl-i iman arasındaki en ince çizgiydi bu; ehl-i dünya bunu gerçekten yaparken, bizler sadece rol yapıyorduk. Hep birşeylerin alternatifini bulma yolunda var gücümüzle çalışıyorduk. Neden mi? Belli birşeylerin ezikliğini duyuyorduk besbelli. sığdıramıyorduk içimize. Açılan beş yıldızlı otellerde yapılan eğlencelere, içimiz de gidiyordu hani. Tatilimizi meşru kılıflara büründürmek için elimizden ne geliyorsa yapıyorduk. Ehl-i dünya eğlenirken bizler eğlenmeyecek miydik? Eğlenmek bizim de hakkımızdı değil miydi? Oysa nerede kalmıştı Resulullah’ı hayatımızda yaşıyor olmamız? Ehl-i dünyanın bir televizyon kanalına hemen alternatif ehl-i iman kanalları açılıyordu birer birer. Peki ya sonra? Hep alternatifler zamanını yaşıyoruz işte. Spikerler güzel olmalıydı. Ne kadar güzel olursa, ne kadar süslü olursa o kadar izleyici çekecekti programa. Evet, ehl-i imanın kanalı da öyle olmalıydı. Azıcık da bizden oluversin. Başörtüsü mü? Olur tabiî ki, ama makyajsız olmaz. Başörtüsü de şöyle bağlanmalıydı; biraz ışıl ışıl olsun, ışıklı stüdyoda güzel çıksın, gelecek konuk önemliydi çünkü. En lüks otomobildi bizleri cezbeden. Kredi mi? Çekeriz tabiî, ne olacak? Aman canım o kadar takvalı olma sende, bişey olmaz. Bak filanca da çekti. O hem şu camiadan. Şimdi herkes bankayla iş yapıyor.

Daha uzatmama gerek yok.

Ve tekrardan en başa dönüyordum: Bizler gerçekten yemin ettik miydi? O’na şahit miydik? Alem-i ervahtan bu yana ne değiştirdi bizi böyle? Sorun belli değil mi? Bilmiyor, öğrenmiyor, sormuyor, yapmıyor, gayret etmiyor, konuşuyor, sorunlar çıkartıyor, çözmüyor, hiçbir çaba yok; böyle bir hayata vermişik kendimizi.

Acaba Resulullah’a en son ne zaman yer vermiştik hayatımızda? Âyet açık değil mi oysa: “De ki: Eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin" (Âl-i İmran sûresi, 3/31). Gerçekten tüm kalbimizle mi doğruyu söylüyorduk; ona ittiba ediyor muyduk, yoksa ediyor gibi görünmek bizim için daha mı kolaydı? İmanın nurunu hissetmeyişimizin altında yatan gerçekler değil miydi bunlar? Oysa imanın bir alternatifi olamazdı, değil mi? Evet teslimdik, ama neye?

İşimize, arkadaşlarımıza, paramıza, makamımıza, kariyerimize, zevkimize, TV kanallarına, haftalık televizyon dizilerine, en sevdiğimiz futbol takımına, evimizin eşyasına yönelik idi dikkatimiz. Ailemize değil, yaşanan güzelliklerin farkındalığına değil, güneşin doğuşuna değil. Herşey şeffaftı oysa. Hayatın algoritmik hataları belliydi. 1 yerine 0 yazılınca, bütün bir sayfada yanlış kodlama yazısı çıkardı.

Ve birçok alternatif var işte yaşanan hayatın en sığ kıyılarında—kendi kendimizi boğduğumuz bir zamanın alternatifleri. Neler mi? Saymakla bitmez herhalde. Ehl-i dünyaya alternatif bankalar, televizyonlar, oteller, alışveriş merkezleri, televizyon dizileri, sinemalar, tiyatrolar, kermesler, dernekler, sivil toplum kuruluşları…

Alternatifi olmayan bir hayatın içinde kendimizi kandırmak gibi masum çocuksu hallerimiz vardı ama, biz reşittik, çok da büyümüştük. Kimseyi kandıramıyoruz, değil mi? Sadece herkes kanarmış gibi yapıyor, çünkü herkes öyle. Ama Resulullah’ı hayatlarından çıkartmayanlar istisna… İmanı yaşamak mı? İşte bu sorunun eşitidir Resulullah.

Eğer bu eşitiliğin her iki tarafı da doğru ise, sonuç “1” çıkacaktır. Evet, temiz bir hayatın engin denizlerinde yolculuğudur insanın yaşaması gereken. Bunu başardığımızda O’na doğru uzanan ellerimizin avuçlarına dokunacak olan, o bitimsiz okyanusun damlalarıdır…

  04.12.2007

© 2021 karakalem.net, Hamdi Ekin



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut