NORMAL ŞARTLAR altında, araştırma yapan bir bilim adamını selîm akıl, deney ve mütevatir haberden başka hiçbir şey ilgilendirmemek gerektir. Anormal şartlar altında ise ciddiye alınması gereken en önemli husus, bir bilim dalının ilkelerinden çok önce gözetilmesi gereken şu malum ilkelerdir.
İşte bu ilkelere doğrultusunda araştırmak zorunda kalanlar çoğunca yanılıyor ve yanıltıyorlar. Yanıldıkları alanlardan birisi de başörtüsü konusudur. Bu çevreler tarafından başörtüsü yasağına dair, son günlerde şu esef edilesi üç görüşü dile getiriliyor:
Birincisi; tesettür üniversitelerde serbest bırakılırsa, iki yıl içinde oralarda başı açık bir tek bayan öğrenci bile kalmaz.
Birinciyi besleyen ikinci görüş ise şu: başörtüsü takmak bir muhafazakârlık göstergesidir, muhafazakârlık ile hoşgörüsüzlük arasında da doğru bir orantı vardır; yani her başörtülü hoşgörüsüzdür, bu da başını örtmeyenler üzerinde baskı oluşturur; o halde bu yasak devam etmelidir.
Üçüncüsü, kamu hizmeti alanlar eğer belli bir hayat tarzını veya ideolojiyi dışa vuracak şekilde giyinirlerse insanlara kötü örnek oluşturur; hizmet alanların iradeleri üzerinde menfi baskılar oluştururlar. (Bu sebepten olacak, bir yüksek mahkemenin sayın üyeleri bir ilkokul öğretmeninin başını örterek derse giremeyeceğine hükmetmişti.)
Bu yargılar ciddi mantık yanlışlarını ele veriyor. Birinci kabul, başörtüsüne karşı olanların sahip çıktığı ideolojinin ve onun öngördüğü yaşama biçiminin, iki yıllık bir yasaksızlığa dayanamayacak kadar çürük ve dayanaksız olduğunu, gücünün ancak bu kadar olduğunu kabullenmiş oluyor.
Bununla, zımnen şu da denmiş oluyor. Anadolu halkı yasakları savunan partiyi ve zihniyetini kendi isteği ile seçerse (ki Mustafa Sarıgül’ün hesabına göre bu ancak 2056 yılında mümkün olabilecek) ne alâ, ama seçmezse onun fikirlerini savunan askerî bürokrasiye iş düşer; yasakların devamını onlar üstlenir.
O zaman çağdaşlık, evrensel değerler, kişisel özgürlükler gibi kavramların içlerinin ne kadar boşaltılıyor olduğu görülmeyecek mi? Yani, hem yasakçı hem de çağdaş ve özgürlükçü nasıl olunacak?
Başörtülülerin hoşgörüsüz, tesettüre uymayanların ise hoşgörülü olduğunu varsayan ikinci kabul de içi boş bir peşin hükümdür. Çıkarlarını döneklikte gören bazıları dışında, herkes kendi hayat tarzı hususunda az çok mutaassıptır. Söz gelişi, başı açık olan biri sağlık şartlarından dolayı da olsa, başını kapatmaya kolayca ikna edilebilir mi?
Tesettüre riayet etmeyenler, acaba sanıldığı kadar hoşgörülü müdür? Onlar, (kendi istekleri rağmına böyle giyinmek zorunda kalanlarını tenzih ediyorum) ister etekleri kısaltsınlar veya uzatsınlar, isterse dar pantolonlar veya gömlekler giysinler, vücutlarını birilerine gösterme hususunda gayet titiz değiller mi? Onlar bu hayat tarzlarını değiştirmeye razı oluyorlar mı?
Böyle olunca, diyelim ki, 28 Şubat Sürecinde üniversitelerdeki ikna odaları, başları açık olanları kapatmaya yönelik olarak kurulsaydı buna razı olunacak mıydı? Bunlara rağmen, hoşgörüsüzlük, hayat tarzını değiştirme hususundaki taassup niçin başörtülülerin tekelinde görülüyor?
Üçüncüsü, kamu hizmeti verenin başörtülü olmasının kötü örnek oluşturduğu vehmediliyor. (Kamu hizmeti verip almaya göre giyim kuşam belirlemek hangi “evrensel” buyruğun gereğidir, bilinmez. Ezcümle ben Anglo-Sakson diyarında şortlu posta dağıtıcısı da gördüm, sakallı otobüs şoförüne de rastladım, Eğitim Bakanlığının sarıklı bir mensubu ile de resmî bir ortamda sohbet ettim. Mühim bir yetkili de şahittir. Adam sarıklıydı, lakin, işkillenilmesin Müslüman değil Sih’tir ve bir Türk ile de evlidir.) Peki, bu vehmi dillendirenler, kendi tesettürlü olan ve kızını da aynı doğrultuda yetiştirmek isteyen bir annenin yerine kendilerini koydular mı hiç? O annenin de şöyle düşünme hakkı olamaz mı, söz gelişi? “Ojeli, uzun tırnakları; fıtrî renginden çıkardığı yüzü ve çıplak bacakları ile bu bayan benim kızıma kötü örnek oluyor.”
Olası olmuş yerine konulursa bu vehmî mantık dizilerinin sonu gelmez. Yani hemen herkesin, şık da giyinmişse eğer, kılık ve kıyafetiyle başkasına örnek olmak ihtimali vardır. Bu ihtimal var diye belli bir giyim tarzı dayatılamaz, diğerleri de yasaklanamaz. Normlara dayanması gereken hukuk, bu ihtimallere göre düzenlenemez. Aksi takdirde, şöyle saçma bir mantık doğru kabul edilebilir; çevrelerine örnek olmada eşitlik sağlansın için, insanlar, kamusal alanda ya Mao Çini’nde olduğu gibi tek tip elbise giysinler ya da işlerini (af buyurun) anadan üryan icra etsinler.
İhtimallerden korkular üretmeye gerek yok. Tesettür özeli bahane edilerek hedefe konulan İslâm’ın tarihi, yakın asırlardaki çeşitli fitnelerle çalkalandığı dönemleri saymazsak, “diğer”e hoşgörünün sayısız örnekleri ile doludur. Anadolu’da Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler, birilerinin yücelttiği o mahut “ilke” yokken, Müslüman nüfusu içindeki nispetleri itibarı ile şimdikinden daha çoktular, ferdî ve cemaî ibadetlerini icrada da daha özgürdüler. Bugün de Ortadoğu’nun her yerinde hatırı sayılır bir Hıristiyan nüfusu var. (Ürdün’de iki Hıristiyan cemaatinin, kiliselerinin kullanımı hususunda ihtilâfa düştükleri için, kendi mabetlerinin anahtarlarını Müslümanlara teslim ettiklerini okuduğumda heyecanlanmıştım.)
Tarihe ve hale ait gerçekler ortadayken, ahlâkın temel prensiplerinden biri olan “sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma” ilkesinin herkes için yaşanılır hale geldiğini görmek istiyoruz. “Biz, Rabbimizin emaneti bildiğimiz hayatımızı onun rızası doğrultusunda yaşamak istiyoruz” diyenlerin, “hayatın, meşru gayri meşru her türlü zevkini tatmak ve tattırmak istiyoruz bize karışmayın” diyenler kadar hakkı olmalı değil midir?
İnşâallah öngörülen anayasa değişiklikleri, fırtınalarla engellenmezse özgürlükleri genişletmeye ve “diğer”e empati ile bakmaya bir kapı aralar. Bu ümidi besliyor ve bu yolda çalışanlara başarılar diliyoruz.