KUR’ÂN ÂYETLERİYLE Rabbimizin biz mü’minlere en ziyade hatırlattığı hususlardan biri, İblis’in insana karşı onulmaz kini, bitmez hasedidir. Kendisinden düşük gördüğü insanın şeref ve kıymetini takdire yanaşmadığı için, ona bu şeref ve kıymeti bahşeden Rabbü’l-âlemîn’e de isyan etmiş; ve sonra, insan soyunun tamamını kendi düştüğü derekeye düşürerek içindeki hasedi dindirmeye yeltenmiştir.
Bu çabası içinde şeytanın ahdettiği birşey vardır: önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokularak, insanı Allah’ın hak yolundan saptırmak.
Bu dört yön, şeytanın insana karşı kurduğu tuzakların niteliğini de haber verir.
İblis insanlara önlerinden yanaşır; yani onu gelecek korkusuyla, ‘gelecek zaman’a dair endişe ve hesaplarla kaydırmaya çalışır. Arkalarından yanaşır; yani geçmişe dönük hesaplarla, geçmişin bazı olaylarını insanın zindanı haline getirerek, geçmişte yaşadığı bazı olay ve durumlardan bir isyan ve küfür hali devşirerek insanı saptırmaya girişir. Solundan da yanaşır insana; yani nefsin önüne koyduğu küfranî cazibeler, zehirli ballar, haram lezzetler ile onu hak yoldan alıkoymak ister.
Ve, insana, sağından da yanaşır. Yani, doğru ölçüleri yanlış bir sûrette tatbik ettirmek; hakikatin muvazenesini bozarak insanı istikametten alıkoymak sûretinde de insanı saptırmaya çalışır. Bilhassa mü’minlerin dikkat etmesi gereken şeytan tuzakları, bu yön üzerinde kuruludur.
Kulağa her zaman hoş gelen, hele ‘kişisel gelişim’ rüzgârının mü’minleri de ‘mü’minâne kişisel gelişim’ üzerinden etkilediği bir zamanda daha da hoş gelen bir tabir olarak ‘kaderi okumak,’ bu bakımdan, ölçüsü ve sınırı çizilmesi gereken bir söz olarak çıkar karşımıza. Çünkü görülen odur ki, insanı Allah’ın hak yolundan saptırmak için ona ‘sağından’ da yanaşan İblis, ‘kaderi okumak’ görüntüsü altında da doğru ölçüleri yanlış yerde tatbik ettirmekte, hakikatin muvazenesini ve tenasübünü böylece tağyir ve tahrife teşebbüs etmektedir.
Bunun dört tezahürü çıkar öncelikle karşımıza:
İlki, böylesi bir ‘kaderi okumak’ görüntüsü altında, ilâhî takdirin âdeta ‘determinizm’in kalıplarına hapsedilmesidir.
İkincisi, bu deterministik şartlanma içerisinde, olumsuz durumlar üzerinden, ümidin darbe görmesidir.
Üçüncüsü, böylece, mü’minlerin dünyasında merhametin de yitip gitmesidir.
Ve dördüncüsü, “Müstahak olundu ki böyle oldu” diye özetlenebilecek Cebriye kokulu bir ‘takdir’ ve ‘adalet’ görüntüsü altında, zulme karşı tepkisizliğe dinî ve kaderî bir kisve giydirilmesidir.
Açacak olursak:
Yaşanan olaylara ‘kader’ açısından bakma ve olayların bu seyirde cereyan etmesinin ardındaki ‘ilâhî takdiri okuma’ çabası içerisinde, ‘belirli sebeplerin belirli sonuçları doğurduğu’ bir ‘kaderî determinizm’ sıklıkla çıkıyor karşımıza. “Başımıza niye bu geldi?” “Çünkü şu noktada bir hatamız oldu.” Yani? “Bu hatamız olmasa idi, başımıza böyle birşey gelmeyecekti.” Veya, pozitif bir durum için düşünelim. “Neden böyle güzel bir ihsan bize nasip oldu?” “Çünkü şu noktada Allah’ın lütfunu iktiza eden bir kesbimiz var ki oldu.” Yani? “Bu kesbimiz olmasa idi, bu ihsana mazhar olmayacaktık.”
Oysa biliyoruz ki, hayatın içinde inişler de, çıkışlar da vardır. Yaşanan her musibetin bir hataya ceza veya keffaret olarak gelmesi gerekmediği gibi, gerçekleşen her ihsanın bir liyakata binaen gelmesi de gerekmez. Şu dâr-ı imtihanda, Allah kullarını imtihan eder. Meselâ dilediğine rızkını genişletir, dilediğine ancak yetecek kadar verir. Dilediğine sıhhat bahşeder, dilediğini hastalıklarla imtihan eder. Rızık genişliğini mutlak hayr, rızık darlığını ise mutlaka hata işareti olarak göremeyiz. Aynı şekilde sıhhatlilik halini isabet işareti, hastalık halini ‘hata işareti olarak göremeyiz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bildirdiği üzere, “En çok musibete uğrayanların peygamberler, velîler, ve peygamberlere ve velîlere benzeyenler olması” gerçeği, böylesi bir determinizmi nakzeder. Yeryüzünde en büyük ve çeşitli musibetlere uğrayan kişi, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamdır. Oysa hiç kimsenin, onun hayatını “Ne oldu da buna müstehak oldu?” diye okumaya hakkı yoktur. Okuyan da, ‘kaderi okumuş’ olmaz, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ ve ‘habibullah’a karşı edepsizlik etmiş olur. Demek ki, yaşanan olaylardan kaderî bir işaret ve ders çıkarma çabası, her olayı ne yaptım-ne oldu determinizmine hapsetme sonucuna yol açmamalıdır.
Böyle bir deterministik okumanın, başına ekseriya iyi şeyler gelen insanları yanlış ve ‘iyimser’ bir okuma ile modern zamanların din adına dünyevîlik üreten Protestan püritenlerine dönüştürme ihtimali olduğu gibi; gerçekte ‘peygamberlere ve velîlere’ varis olabilecek bir istidadda olduğu içindir ki Allah’ın musibetlerin tazyikiyle ilmelyakînden aynelyakîn ve hakkalyakîne doğru urûc etmesini murad ettiği kulları bu musibetleri tam aksine bir ‘gadab tokadı’ olarak okuyarak onulmaz bir ümitsizliğe duçar olabilir. Olabilmektedir de.
Üçüncüsü ve sanırım bilhassa hem iç dünyalarımız, hem dış dünyaya dair tahlillerimiz açısından en önemlisi, kaderi böylesi bir kafayla okumanın, bizi ‘rahmet’ ve ‘merhamet’ten alıkoymasıdır. “Filan niye kaza geçirdi?” “Kimbilir ne halt işledi ki geçirdi.” “Feşmekân kadının çocuğu niye hasta olmuş acaba?” “Kimbilir kalbinde ne fesatlık vardı ki başına bu hastalık geldi.” “Filan ülkede deprem olmuş.” “Eh, müstehak idiler ki olmuş.” “Filan şehri sel basmış.” “Niye bu ülkede başörtüsü yasağı var?” “Mesture kızların aklından neler geçiyor ki Allah onları böyle imtihan ediyor!”
Görüldüğü gibi, ölçüsü ve sınırları çizilmemiş böylesi bir ‘kaderi okuma’ görüntüsü altında, başına bir musibet gelen her insanın arkasına bir yafta yapıştırma ve böylece o musibetzedelere rahmet ve merhamet nazarıyla bakma imkânını yitiriyoruz. Aklımız yaşanan musibetten sözümona ‘hikmet’ devşirirken, merhamet yitip gidiyor kalblerimizden.
Ve sadece merhamet değil... Böylesi bir okumanın dahilinde, daire-i esbabda üzerimize düşen bir vazife, meselâ dara düşmüşün yardımına koşma vazifesi, haksızlığa uğrayanın hakkını iadesi için çaba gösterme vazifesi, zalimin zulmüne engel olma vazifesi unutulup gidiyor. Masumun, mağdurun, mazlumun, musibetzedenin yaşadığının ardında bir ‘ilâhî tokat’ ve ‘ikaz’ ararken, zulmü gidermenin, adaleti ikâme etmenin bu dünyada mü’minlerin boynuna yüklenmiş bir ‘emr-i ilâhî’ olduğu gerçeği yitip gidiyor nazarlardan.
Kimbilir, kaderin böylesi bir surette okunması, en başta daire-i esbabdaki bu sorumluluğumuzdan kaçmak için, zayıf mazlumu müdafaa edeyim derken muktedir zalimin hışmını üzerimize çekmekten korktuğumuz için ürettiğimiz bir kaçamaktır belki de...
Bütün bu satırlar okunurken, nice akıllarda itiraz oklarının sivrildiğini fısıldıyor sezgilerim. Hele hele, “Ama Bediüzzaman da böyle yapmıyor mu?” kabilinden soruların ortalığa doluştuğunu hissediyorum.
Yolumun ışığı, hayatıyla ve eseriyle aydınlandığım Bediüzzaman’ın ‘kadere dair’ okumalarını, evet, biliyoruz.
Ama kadere dair böylesi bir okuma ile onun ‘kaderi okuması’ arasında, Cebriye ve Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet itikadı kadar farklar var.
Bediüzzaman Birinci Dünya Savaşının ardından bir ‘kaderi okuma’ nümunesi olarak “Rüyada Bir Hitabe”yi yazmıştı meselâ; ama ya Birinci Dünya Savaşında neredeydi Bediüzzaman? Bizatihî o savaşın içindeydi, bir yanda tefsirini yazarken bir yandan kâfire karşı bilfiil cihad ediyordu, bu halde iken yaralanıp esir düşmüştü. “Rüyada Bir Hitabe”yi yazdıktan sonra da, bir mücahedenin içinde gördük onu. “Başa gelene müstehakız” cebriyeciliği içinde bir teslimiyet hali üzere değil. Şu yatay düzlemde, sebepler dairesinde üzerine düşeni bedeli ne olursa olsun göze alıp yaptıktan sonra ‘takdiri okuyan’ biriydi Bediüzzaman; yatay düzlemde üstüne düşenden kaçmak için ‘kaderi okuyan’ biri asla değil...
Onu, bir ‘kaderi okuma’ nümunesi olarak ‘şefkat tokatları’nı yazarken de görmüştük. Ama rızası olmayanın ismini anmadan. Ve yaşanan olayı asla ve asla bir ‘oh olsun’ üslubuyla okumadan, bir dışlama vesilesi kılmadan...
Ve en önemlisi, yaşanan musibetin ardında tek bir ihtimali değil, iki ihtimali gözeterek. Yaşanan musibet ya geçmiş günahlara karşı bir uyarı ve keffarettir ümidini, veyahut bu musibet yaşanması murad olunan bir terakkiye vesile olmak içindir ümidini besleyerek...