RİSALE-İ NUR müellifi, Denizli hapsinin bir meyvesi olarak yazdığı Meyve Risalesi’nin “İkinci Mes’ele”sinde, ölüm ve sonrasına dair üçlü bir tarifte bulunur. Dünya ahiretin tarlası olduğuna göre, insan cennetini veya cehennemini bu dünyada inşa eder ve ölümden sonra hangi hal üzere olacağını bu dünyadaki hali belirler. Bu dünyadaki haline göre, insanları ölümden sonra bekleyen, üç ayrı şık vardır: (1) idam-ı ebedî, (2) daimî haps-i münferid, (3) saadet-i ebediye.
Bu üç şıktan birincisi ve üçüncüsü daha kolay kavranır bir keyfiyette olmakla birlikte, ilgili risaleyi okuyan insanlar arasında ortadaki şıkkın muhatapları hakkında bir ihtilaf ve tereddüt bulunmaktadır.
Birinci şıkka kimlerin gireceği açıktır. Bu şık, ‘kâfir’leri, ‘münkir’leri, yani fıtratları onlara hakkı gösterdiği ve üstelik hakkın mübelliği olarak vahiyden de haberdar oldukları halde hakikatın üstünü örtenleri kapsar. Allah’ın kevnî ve kelamî âyetlerini red ve inkâr edenlerdir ‘idam-ı ebedî’ üzere olacakları belirtilen. Yani, sürekli bir yokoluş tedirginliği içinde bir varoluş ki, ‘beka’ insanın en birinci arzusu olduğu ve aşk-ı beka aşkların en şedidi olduğuna göre, azaplar içinde en birinci azap işte böylesi bir ruh hali olsa gerektir. Gelin görün ki, kâfir, bu dünyadaki yaşayışıyla buna hak kesbetmiştir; çünkü bu dünyada o her dakika önünde duran, karşısına gelen, gördüğü, hissettiği veya tattığı bunca ilâhî işareti yok saymış, onları görmezden gelerek veya üstlerini örterek, her defasında ‘hiçlik’ ve ‘yokluk’ denizine itelemek istemiştir. Bu dünyada Allah’ın kevnî ve kelamî âyetlerini yok sayanların cezası, öte dünyada daimî bir yokoluş endişesi içinde varolmaktır.
Üçüncü şıkka kimlerin gireceği de açıktır. Bu şık, ‘mü’min’leri, yani fıtratlarının gösterdiği ve vahyin de haber verdiği hakkı kabul ve tasdik edip, ellerinden geldiği kadar bu hakikat mucibince yaşamaya çalışan, başaramadıkları yerde ise istiğfar ve tevbe ile Rablerinden bağışlanma dileyenleri kapsar. Bu dünyayı O’nun adına yaşama gayretlerinin mükâfatı olarak, Allah mülkünün dairelerini ebediyen onlara açacak; ve en önemlisi, kalb ve ruhlarına daimî bir sürur ve saadet ihsan edecektir.
Peki, ortadaki bu grubu kimler teşkil eder? Bütün sınıflamalar biraraya toplana toplana en sonunda elimizde sadece mü’minler ve kâfirler kümesi kaldığına göre, bu ortadaki şıkkın muhatapları kimlerdir? Kâfirler desek, kâfirlerin cezası zaten bellidir: idam-ı ebedi. Mü’minlerin günahkârları desek, günahı sevabından fazla bir mü’min bir azaba duçar olsa bile, âyetlerin ve hadislerin bildiği üzere bu azap geçicidir. Oysa Bediüzzaman ilgili tasnifinde, ‘daimî haps-i münferid’ demektedir!
Kendi namıma, hatırı sayılır bir sıklıkla muhatap olduğum bu müşkile, Bediüzzaman’ın ilgili tarifin ardından parantez içinde kullandığı ‘beka-i ruha inanan ve sefahette gidenler’ tarifinden de cesaret alarak, şu şekilde cevap veriyorum:
Saadet-i ebediyeden mahrum olduğu gibi, ‘idam-ı ebedî’ye de duçar olmayacak bu üçüncü grup, kat’iyetle ‘günahı sevabından ziyade’ mü’minleri tarif etmiyor. Çünkü, son tahlilde imanın âlemlerin Rabbi katında ne kadar da değerli olduğunu, hakikî bir imanın haşir mizanında bunca kusur ve günaha rağmen nasıl bir mağfiret vesilesi olabileceğini bildiren hadisler biliyoruz. Keza, Allah’ın iman edenlere, günahlarından dolayı geçici olarak cehennemde cezalandırılmayı hak ettikleri durumda bile, ‘kalıcı olarak’ cehennemi haram ettiğini de...
Peki o halde, kim bu üçüncü grubu oluşturan ‘daimî haps-i münferid’ cezalıları?
Bu üçüncü grubu, imanın hakikatini akılları kabul edip kalbleri derkettiği halde, bunu ilan ve ikrar etmeyenler teşkil ediyor. Bu kişilere kelimenin tam anlamıyla ‘kâfir’ diyemiyoruz; çünkü Allah’ın birliğini, ahiretin varlığını, peygamberleri... biliyorlar ve iç dünyalarında bunun hakikat olduğunun da idraki içindeler. Ama yaşadıkları bir hayat var; bu hayatın içinde nefislerinin nemalandığı haller ve keyfiyetler var. İçlerinde kabul ve derk ettikleri bu iman hakikatlerini dilleriyle de ilan ve ikrar ettiklerinde, hem bu hallerden uzak düşeceklerini, hem de imanları dolayısıyla mihnet ve meşakkate duçar olabileceklerini düşünüyorlar. Kimisi nefsinin hazcılığına, kimi edindiği şöhrete, kimi ulaşacağı makama uzak kalacağı düşüncesinde; kimi bırakmak zorunda kalacağı ‘haram’ kazanç yollarını terke yanaşmıyor, kimisi muktedirlerin hışmına uğramaktan çekiniyor... Her hâlükârda, ortada doğru olduğu bilinen bir iman hakikati sözkonusu; ama şu dünyaya ilişkin hesaplar aklın kabul ve kalbin idrak ettiği bu hakikati ‘ilan ve ikrar’dan kişiyi alıkoyuyor. Dolayısıyla, ‘ilan ve ikrar’dan alıkoymanın paralelinde, buna göre yaşama çabasından da...
Tabir yerindeyse, aklı ve kalbi içten içe “Lâ ilâhe illallah” diyen, ama dilinden “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” tasdiki ve şehadeti çıkmayan insanlar var işte bu şıkta karşımızda. Bilen ama iman etmeyen; doğruluğunu kabul eden ama bunu ikrar etmeyen; nefsü’l-emirde gördüğüne, yani ‘objektif gerçeklik’e “Eşhedü” diyerek katılmayan bir zümre...
Ortadaki ‘daimî haps-i münferid,’ idrakimce, işte bu durumdaki kişilere bakıyor.
Üstelik, vicdanımdaki hiss-i adaletin de tastamam kabul ve tasdik ettiği bir denkleştirme bu.
Onlar doğru olduğunu bildikleri şeyi şu veya bu hesapla bu dünyada akıllarında ve kalblerinde saklamayı tercih ettiler, “Eşhedü” deyip dilleriyle ikrar ve yaşayışlarıyla ilan etmediler. Allah da, bu dünyada akıl ve kalblerinde sakladıkları bu doğru hatırına onları ‘idam-ı ebedî’yi hakedenlerle bir tutmadı, ama bu dünyadaki duruşlarıyla haketmedikleri cennetle de mükâfatlandırmadı.
Hak ettiklerini buldular.
Gerçeği bu dünyada hep ‘içeride’ hapsettiler, karşılığı olarak öte dünyada ‘daimî bir haps-i münferid’e mahkum edildiler...