FAŞİZM TECRÜBESİ yaşamış bir ülkenin yazarı Ingeborg Bachmann’ın bir sözüne yaşadığımız ülkede de yazarların yazılarında sıkça rastlanması bir tesadüf değil. Bu ülke, bu sözün çokça hatırlandığı manzaralara sahne oluyor zira. Siyasette, sosyal hayatta, cemaatî hayatlarda, dostluklarda, karı-koca ve ebeveyn-çocuk ilişkilerinde...
Ne demişti Bachmann?
“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Her gazetede hakkında birşeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar.”
Bachmann’ın önümüze koyduğu izleğin peşine düşersek, faşizmin kökenlerini ‘insanlar arası ilişkilerde’ aramak gerekiyor. Ve insanlar arası ilişkilerin kimyası irdelendiğinde, bu ülkede özellikle ideolojik ve örgütlü yapıların müntesiplerinde faşizmin tohumlarının epeyce filiz vermiş olduğu görülüyor.
Bu ülke, kurulduğu zamandan beri, özne-özne ilişkisi üzerine oturan insan ilişkilerinin yerini, özne-nesne ilişkisinin aldığı bir ülke zira.
Bir ‘kurtarıcı’lar var, bir de ‘kurtarılması gereken’ler...
Bir ‘adam olan’lar var, bir de ‘adam edilmesi gereken’ler...
Bir ‘yoldaş’lar var, bir de ‘yola getirilmesi gereken’ler...
Yolun ne olduğuna birileri karar vermiş; bizden aklımızı onların cebine koyup, iradelerimizi onların eline teslim etmemiz bekleniyor.
Ne olmamız gerektiğine birileri karar veriyor; ve bizden yalnızca bize biçilen rolü oynamamız isteniyor.
Baksanız, ‘demokratik bir cumhuriyet’ burası. Ama bir zümre var ki, “Elbette demokrasiden yanayım; ama benim seçeceksin dediğimi seçersen” havasında...
Baksanız, bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünü nayasayla garanti altına almış. Ama bir zümre var ki, “Elbette düşünceni ifade edeceksin; ama benim gibi düşünüyorsan!” havasında...
Derin ve sığ devletlûların bizim için biçtiği bir rol var. Daha altı yaşından itibaren katı bir müfredatın güdümüne sokulmak istenmemiz, senelerce her sabah ‘varlığımızı Türk varlığına armağan etmeye’ zorla ‘and içirilmemiz’ bu yüzden.
Üniformalı görünce irkilmemiz, postane gibi en masum bir devlet dairesine giderken bile için için çekinmemiz de bu bakımdan tesadüf değil.
Devletlûlar bizi öyle seviyorlar ki, aklımızın nefes almaya mecali kalmıyor sevgilerinden.
Kendisini ‘seçilmiş’ gören kesimin halkın diğer kesimleriyle ilişki biçimi, tam da Bachmann’ın dikkat çektiği ‘sıradan faşizm’i ifşa ediyor açıkçası.
22 Temmuz seçimleri de, bir bakıma ‘demokrasi’ ile ‘faşizm’ arasında bir seçimdi zaten; ama anlaması gereken niceleri anlayamadı.
Ama siyasal planda ‘demokrasi’nin kazanması, gündelik hayatta ‘sıradan faşizm’in yenilgisi anlamına gelmiyor ille de.
Yahut, ülke düzleminde özgürlük ve adaleti merkeze alan, özne-özne ilişkisine dayalı bir ilişki biçimi arıyor olmamız; bizi illâ ki faşizmin kapsama alanının dışına çıkabilmiş, özgürlükçü ve adil bir kişi yapmıyor.
Benim gibi insanların yaşadığı talihsizlik işte tam da bu noktada düğümleniyor zaten.
Bu ülke insanlarının, bilhassa dindarların—ister din, ister Kemalizm, ister ırk temelinde olsun farketmez—neticede ‘faşist’ bir dil, otoriter bir zihniyet taşıyan partileri değil de daha demokrat bir söylemin sahiplerini tercih etmesi, bizi ‘sıradan faşizm’in tehlikelerinden âzâde etmiyor.
Bunu, hayatımızın üçte ikisinde yaşadığımız 'cemaatî' tecrübelerle görebildik, hâlâ daha görüyoruz.
Daha önce, “Mikro İktidar Üzerine” başlıklı bir yazıda dile getirdiğim bir hastalık duçar olmuş halde üzerimize.
Etken değil edilgen, güçlü değil zayıf durumda olduğumuz daha geniş düzlemde özgürlük ve adalet isterken; edilgen değil etken, zayıf değil güçlü olduğumuz zeminlerde ne talep ediyor, nasıl bir davranış ve ilişki kalıbını tercih ediyoruz?
Bizim gerçekten hakperest, gerçekten özgür ruhlu ve adil, ve gerçekten faşizmin uzağında olup olmadığımızı belirleyecek asıl kriter işte burası...
Ve işte burada, özellikle cemaat mensubu dindarların, özellikle de ‘daha güçlü’ gözüken kimi cemaat mensubu dindarların refleksleri beni ziyadesiyle endişeye sevkediyor.
Gerek kişileri tercih edilen yola ikna etmek, gerek bu yola yöneltilen eleştirileri ve soruları bertaraf etmek için kullanılan dil ve sergilenen mantık, sıradan bir ‘faşist’in diline ve mantığına çok benziyor zira.
‘Devletin selâmeti’ne bedel ‘cemaatin selâmeti’ adına; ‘ülkenin bölünmez bütünlüğü’ne mukabil ‘cemaatin bölünmez bütünlüğü’ adına bastırılmak isteniyor farklılıklar... “Devletlûlarımız bilir”in yerini “Büyüklerimiz en doğrusunu bilir” almış vaziyette. Devletin giriştiği ‘rutin dışı’lıkların sebebini sorduğunuzda ‘devlet sırrı’nın karşınıza çıkmasına benzer şekilde, sözümona cemaat adına yapılan ama inandığınız ölçülere sığıştıramadığınız durumlarla karşılaştığınızda “Bir hikmeti vardır” cevabı çıkıyor karşınıza. Hikmeti nedir diye sorduğunuzda ise, “Hikmetinden sual olunmaz” cevabı karşılıyor sizi... Düşünce denetiminin, insanları nesne yerine koymanın, ‘adam edemediğimiz’i ‘ötekileştirme’nin cemaatî metodları, devletlûların seçtiği metodlardan çok farklı değil. Orada da bir resmî ideoloji var, burada da...
Ama bütün bunlar yaşanır ve yaşanmaya devam ederken, ‘dine zarar gelmesin’ saikasıyla görmezden gelmemiz ve susmamız isteniyor bizden.
“Kol kırılır, yen içinde kalır” deniliyor; ve kırılan kollar yen içinde kaldıkça, kırılan kollara her gün yenileri ekleniyor.
Hele ki kırılan kalbler, susturulan akıllar?
Açıkçası, bu ülkede ‘siyasal düzlemde’ demokrasi isteyen niceleri, kendi içinde demokrat değil.
Siyasal düzlemde istenen özgürlük, kendi içimizde hoşgörülmüyor.
“Bizi severken, devletten bir farkları yoktu” derken, Hakan Albayrak ne kadar da haklı!
Açık toplum isteyenler, ‘kapalı cemaat’ olarak kalmaya teşne!
Üstelik, güçlüler... İnsanları istedikleri yola sevketmelerini sağlayacak iş-aş-barınak kabilinden havuçları da var, çarpıtılmış ‘şefkat tokadı’ yorumlarıyla beslenen manevî sopaları da! Hâşâ, Allah bile onlara çalışıyor, ağızlarına bakılırsa; onların dediği gibi yapmazsak, Allah bizi cezalandırıyor!
Bu şartlarda, ben bir kez daha soruyorum: Bediüzzaman Said Nursî yüz yıl önce Münazarat’ı niye yazdı?
Sadece ‘siyasal düzlemde’ özgürlükçü bir yapının tesisi midir Münazarat’ın istediği?
Bediüzzaman’ın Münazarat'ta ‘ilmî istibdad’a dair onca sözleri, akıllarını cebimizde görmek isteyen şeyhlere ve âlimlere dair itirazları, "Tekebbür edeni siz büyük tanımayınız" şeklindeki o apaçık daveti neyin nesi?
Sadece siyasal düzlemde bir özgürlük talebi, bizi ikna etmiyor. Sadece zayıf olduğu yerde özgürlük isteyeni değil, güçlü olduğu yerde özgürlüğe razı olabileni özgürlükçü biliyoruz biz.
Bu ülkeye özgürlük tastamam gelsin istiyoruz.
Bu ülkeye özgürlük, demokrasi, adalet adam gibi gelmeli.
Dolayısıyla, cemaatler de demokratikleşmeli...