Ayıklık Üzerine

Mehmed Boyacıoğlu

NEREDEYSE YİRMİ beş yıl oldu. “Sadık” dostumuz akşam ile yatsı arasındaki sohbetlerden birinde ‘şöyle bir sahne tasavvur edin’ demiş ve şunları anlatmıştı: Bir bahar günü… gündüz yavaş yavaş geceye yer vermeye hazırlanıyor. Rahmet yeni dinmiş. Güneş ufuktaki bulutlarla bin bir rengin ördüğü muhteşem bir tablo oluşturmuş. Her taraf yemyeşil. Bir dere çığıltılarıyla denize kavuşmaya hazırlanıyor. Bir koyun sürüsü… Köpekler muhafızlık görevlerini ifa ederken çoban kavalı ile ya Yakubî bir hüznü ya da bir kavuşma sevincini terennüm ediyor. Bu arada bir çalının bir dalına tutunmuş bir kene de hiçbir şeyden habersiz beklerken bir nesnenin, daha doğrusu bir kokunun kendine iyice yaklaştığını hissediyor. Hissetmesi ile kendini aşağı atması bir oluyor. Düştüğü yer bir koyunun sırtıdır. Ona tutunuyor ve “hayat”ını devam ettiriyor…

Üç dört kafadar söz birliği edip çam ağaçları ile kaplı bir dağın farklı yamaçlarına yerleşiyor ve kibritlerini ateşliyorlar. Televizyonların ve özellikle TRT’nin dediğine bakılırsa “dört yerde aynı anda yangın çıkıyor ve – tesadüfe bakın ki- rüzgârın da etkisiyle genişliyor”. (Manevi yangınlar yanında bu yangınların ne önemi var denebilir, ne var ki bu yangınlar o büyük yangının tezahürü olduğu için bakalım, dedim). Güneşin düşme açılarının farklı olduğu dört farklı yerde şişe veya cam parçalarının güneş ışınlarını odaklamasından yangın çıktığını varsaymak akıl kârı değildir. Bu tür haberlerin Türkçesi şudur: kârdan ve ranttan başka bir şey düşünmeyen dört kenemsi ormanı ateşe verdi. Nasıl? Sadık’ın anlattığı varlıktan, özünde farklı mı bunlar?

Yanlarına birkaç şişe alıp, yolda kendilerine mesaj veren yüzlerce mevcuda; çiçeğe, dala kuşa kurda aldırmayıp, şehrin kenarındaki boş bir bahçede koyu gölgeli bir ağacın dibinde demleyen kafadarlar keneden ne kadar farklı?

Şehirde gördüğü daracık yeşil sahalara, belediyeden ayarlayacağı bir iki işbirlikçi ile, komşu Ayşe hanımın bebeğinin kaç yılı güneşsiz geçireceğini hesaba katmaksızın, çocukların bir araya gelebileceği bir oyun alanı ihtiyacını hiç düşünmeden, kaç apartman katı koydurabileceğinin hesabını yapan müteahhit ne kadar ayık?

Daha da ayık sanılan biri, kitleleri etkileyen hatta milletin başında çeşitli vesilelerle bulunmuş biri… Seksenli yıllarda, devrin hükümeti kıyıları korumayı hedefleyen bir kanun çıkartmaya hazırlanıyordu. O zaman muhalefetteki o meşhur zat ‘Doğası güzelmiş, ne yapalım, burada keçi mi güdeceksiniz? Buradan refah çıkartmak lâzım’ diyordu.

Demek istediğim, etrafımızdaki her mevcudu Rablerini zikreden birer mahlûk, bir rahmetin, hikmetin eseri olduğunu düşünmeksizin yönelteceğimiz her nazar, yapacağımız her tasarruf özünde gaflettir.

Bu nazar veya tasarrufla kalkınma olur, refah olur, ama fıtrata meydan okumaya yönelik bu kalkışı kâinat; hak üzerine yaratılan kâinat reddeder. Kirlenen denizi ve karası ile. Zehirlenen atmosferi ile.

Sözüm ona aydınlanmanın getirdiği medeniyetten önce on binlerce yıl düşman bilinen türler hep var olageldiler. Ne aslanlar ceylanları bitirebildi, ne kartallar serçelerin soyunu tüketebildi, ne de denizin balinaları hamsileri dize getirebildi.

Ama beşer, - vahye kulak veren insan değil- şaşabilen beşerin üç yüz yıldır kendi egosunu ve hazlarını tatmin etmekten başka hiç bir kaygısı olmayan beşer sayesinde (!) soyu tükenme tehlikesi yaşayan binlerce hayvan ve bitki türü var.

Son tahlilde ayıklık, Hesap Günü gibi başka hiçbir sebep olmasa da herkese lazımdır. Toptan bir yok oluşun kapımızı çalmasını istemiyorsak “ayıklık”ı teşvik edip keneliği ve kenemsiliği engellemeye çalışmalıyız. Aksi takdirde, Abdulhakim Murad’ın deyişiyle “hedefinde sadece haz ve zevklenmek olan bir uygarlığın gelecek vaat etmesi mümkün değildir”.

  02.08.2007

© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut