Yenilemeyen hastalık, aşılamayan zaaflarımız

Halil Köprücüoğlu

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN Barla Lahikasında anlattığı Hafız Ali Ağabeyle ilgili hadise benim en çok etkilendiğim meselelerdendir. Sanki bir nezaket kuralı gibi veya halisiyetin farklı bir tezahürü olarak anlaşılmaya çalışılan, öyle değerlendirilen bu hadise korkarım ki son devrin ve bilhassa İslamî gurupların ve hatta Nurani meşreplerin en büyük belasını teşkil eden bir halin ifadesidir.

Hafız Ali ağabey RN.’dan yazdığı bir eseri BSN.hazretlerine getirir. Üstat hazretleri esere bakar ve Hüsrev’in yazısının daha güzel olduğunu söyler. Bu ifadeler karşısında Hafız Ali Ağabey, Üstadının memnuniyetinden, İslam’a bu yolla daha iyi bir hizmet verildiğinden çok memnun olur, nefsinde bir tahammülsüzlük yaşamaz. BSN.hazretleri onun kalbine bakar, samimi olduğunu görür. Bu halet, ileride çok hizmetlere sebep olacak bir haldir, der.

Siz, son model bir Mersedes otomobilin, düz yolda giderken tekerleğinin fırlayıp gitmesini nasıl karşılarsınız. O yüksek teknolojiye bu tezahürü yakıştırır mısınız.

Bir aile büyüğüm: “Zengin dağdan aşırır, fakir düzde şaşırır.” derdi. Ben bunu “Kötüler dağdan aşar, iyiler düzde şaşar” diye değiştirdim. Felsefenin talebesi diye toptan bir ifadeyle anlatmaya çalıştığım grup için zaten kendi prensipleri öyle olduğundan, hodgâm ve hodendiş olduklarından, mütemerrid birer inatçı bulunduklarından fazla bir şey söylemenin mânâsı da yoktur.

Ancak, müminler ve hele Nurun talebeleri için de bu mesele aykırılık sebeplerinin en zirvesinde yer alırsa korkmak lazım. Bu mânânın hâlis insanlarda nasıl bir mekanizmayla gerçekleştiğini yıllarca hayretle gözledim. Anlamaya çalıştım. Daha ilerisi de kendim bu vartaya düşmemek için çabaladım. Ne kadar korunabildiğimi de bilemiyorum. Hatta zaman zaman bu belayla muzdarip olduğumu da itiraf etmem doğru olur. Daha doğru bir ifadeyle, uzun yıllar bu virüsle yaşadığımı ancak ciddi bir vefasızlık ve iftiralı bir itiliş sonrası yıllar içinde biraz anlayabildim, algılayabildim. Meğer buna zeka yetmezmiş. Yaşanması lazımmış. Zihnen ciddi bir efor sarf etmek, vicdanen, kalben ızdırap çekmek icap ediyormuş. Dimağdaki bilgi mertebelerini fiilen yaşayarak aşmak zarureti varmış. Nefsin burnunun biraz olsun sürtmesi gerekiyormuş.

Sözler mecmuasının arkasındaki Lemat’ta “Dimağdaki birbiriyle mültebis bilgi mertebeleri” meselesini okurken, bu son zamanların müthiş fakat gizli hastalığı ile ilgili mânâ zihnimde daha sarih olarak canlanmaya başladı. Sempozyumdaki Prof.Dr.İbrahim Canan hocanın sunumuyla ve Köprüdeki İsmail Benek beyin yazılarını satır satır tetkik ederken bir yıldır sohbetlerde anlatmaya değil de anlamaya çalıştığım bu bilgi mertebelerini Sızıntıdaki F.Gülen hocamın satırlarıyla da geliştirdim.

Bizim eserlerimizde şeyh ile mürit mabeynindeki ölçü yoktur. Peder ile evlat arasındaki ölçüler de geçerli değildir. Üstadımız eski büyük zatlar gibi “Ey oğul…” demez.O hep “İ’lem eyyühel aziz” der. Ey aziz kardeşim, diye hitap eder. Bu asır enaniyet asrıdır. O bu formatın dışında kalmıştır. Buna direnir. Tâbilerine de bir mekanizma kazandırmaya çalışır. Ama önce kendi yaşar.

Çok üst seviyede insanla beraber çalışma fırsatı buldum. Ancak üzülerek söyleyeyim ki onların pek çoğunu kimseyi dinleyemez, mutlak bilgiye ulaşmış vehmiyle yaşarken müşahede ettim. Bu hatalı hallerini anlamaları da adeta imkansızlaşmıştı. Ekip adamı olmaları da artık oldukça zor. Fakat bu hallerinin de hiç farkında olamıyorlardı. Öyle tehlikeli bir şekilde havalanmışlardı ki zekaları ve kabiliyetleri bile bunu anlamaya kafi gelmiyordu. Benim, Van’daki Tâhir Paşaya :”Her şey senin ilmine münhâsır değil. İşte bak ağustosta, Başet Başında buz tuttu.” diyen Bediüzzaman gibi bu durumu çok net olarak ortaya koymam da oldukça güç. Bir taraftan nezaket müsaade etmiyor. Bir taraftan da tenkide kulak asmayan, asamayan insan nefsi ve şeytanımız anlamaya yol vermiyor.

Bu davranıştaki BİZLER cemaat elemanları ve hatta büyükleri olarak bazen Üniversite yöneten bir Rektör olarak ortaya çıkıyor, etrafımızdaki bir çok kabiliyetli ve halis insanı her şeye kendimiz el atarak, her yerde kendimiz öne çıkarak kaçırıyoruz. Bazen büyük bir ilin en öndeki ağabeysi olarak arz-ı endam ediyor, her yapılan dersi kimselere veremeyerek, “kendim, kendim” diye feryat eden küçük bebekler gibi birer sâbiy-î müteşeyyih olarak en zirvede olmamıza rağmen, maalesef her şeyi kendimiz idare ederek - daha doğrusu etmeye kalkarak- her şeyi berbat ediyoruz.

Bazen, bizler Metin Karabaşoğlu’nun dediği gibi, “bir buz parçası gibi olan “ enaniyetlerimizi, havuzun tamamını elde etmek için malum havuza atıyorsak da maalesef sıkı sıkı sarıp sarmalayıp attığımızdan, hemen hemen hiç eritmeden yılarca o havuz içinde tutabiliyor, bu halimizle havuza sahip çıkmaya kalkışıyoruz.

Hatta bu halde olanlardan bir çoğumuz hizmetlerde motor görevi ifa ettiğimiz eski günleri bir türlü unutamayarak ve o performansı çoktan kaybettiğimiz halde arkadan gelen harika kabiliyetlere bayrağı bir türlü teslim edemiyoruz. Bazen, Ombustmanlığa layık bir çok büyüğümün çoğu zaman birikimiyle faydalı olma yerine ön cephede cemaatini perişan ettiğini de görüyorum.

Bazen hayatını vakfetmiş en fedakar arkadaşımızın bu virüsle âlûde olduğunu, fırtınalar estirdiğini, bütün kabiliyetlerin gelişmesine engel hale geldiğini de maalesef üzülerek de olsa müşahade ediyorum.

Kendime bakınca ise günahlardan çok uzak sandığım alçak nefsimin de bu konuda perişan halini zor da olsa artık iyice algılıyorum. Maalesef ebedi arkadaşım ve çocuklarımla bile, aynı virüs tesiriyle, süre gelen ilişkilerimde çok utanılacak şeyler yakalıyorum. Hele biraz insafla onları cidden dinlemeye başlayınca, ara odaya gidip utancımdan ağlamaktan başka yapacak bir şeyim kalmadığını da itiraf edeyim.

Biraz itinayla çevremi de gözlüyorum. Anlatılanları dinleyince, talebe kardeşlerimin büyüdüğünü fark edip onları kâle alınca öyle şeylere muttali oluyorum ki, muhatapları olan arkadaşlarımla dertleşirken kendimizden utanıyoruz. Evimizde de demokrasi pek yok. Ata erkil bir milletin, doğulu bir ırkın -tam tâbiriyle- vahşilerinin, bütün hasletlerini taşıdığımızı çok geçte olsa anlamaya, algılamaya başlıyorum. Sanki yarı çıplak Atilla’nın vahşi ordusu artık şehirlerde kravatıyla ve hatta biraz nurlanmış ama maalesef temelde ayni davranışları sergiliyor gibi geliyor bana. En halis grup gördüğüm ve tâbi olduğum, cevelan ettiğim meşrebin merkezine bakıyorum, Meşrutî Krallıklar gibi olan yönetimimizi üzülerek seyrediyorum. Devlet idare edebilecek kabiliyette, cennete layık ahlakta olan arkadaşlarımı nasıl olmuşsa bu virüsle âlûde halde görüyorum… Ancak çaresizim. Başka gidecek yerim de yok. Sabırla önce kendimi düzeltmeye, virüsün etkisinden tam kurtulmaya çalışırken bir taraftan da yakın çevremden itibaren mikrop arındırma faaliyetine de gayret ediyorum. İnşâllah tesirim olur. İnşâllah bu hastalık son bulur. Ben bu konuda samimi bir dostuma açılınca, o da, kendisinin de ayni hali yaşadığını bir çok örnekle anlatıveriyor. Hizmetlerde neden muvaffak olmadığımızı, neden Allah’ın başarılı kılmadığını biraz olsun anlıyoruz…

Onlarca defa Nurlardan ilgili konuları, İhlas ve Uhuvvet düsturlarını, bunlarla ilgili mütemmim meseleleri tekrar tekrar okuyoruz. Projeksiyonla yaptığımız mütalaalı derslerde satır satır irdeliyoruz. Yazılı metinleri birinci tekil şahsa çevirerek tekrar tekrar yazıyor, nutuk gibi kendimize okuyoruz. Bir türlü olayı çözemiyoruz. Ancak bazı belalara maruz kalıp 3-5 sene kıçımızın üstünde oturmayı öğrenince, zor da olsa bir şeyler açılmaya başlıyor.

Tam teveccüh etmeden, tam teslim olmadan, çaresizliği en şiddetli derecede hissetmeden, ağlayıp sızlayıp yalvarmadan, inanın anlayamıyorsunuz. Akıl ulaşamıyor, şuur kâfi gelmiyor. Ağabeylerinizin birikimi de yetmiyor.

Bir zamanlar bir TV programında aile geçimsizliklerinde uzman bir psikiyatrisi dinlemiştim. Bu konuda ne kadar başarılı olduklarını sordular. Kendilerinin sihirbaz olmadığını; taraflar, yani karı koca, ikisi de, kendileri gelirlerse ve yuvalarını kurtarmak isterlerse büyük çoğunlukla onları kurtardıklarını,kurtarabildiklerini söyledi. Ancak birileri getirir ise, getirilenlerin aileyi kurtarma hususunda ciddi istekleri olmazsa yardımın da mümkün olmadığını belirtti.

Bu kaideler bu virüse müptela olanlar için de geçerli. Önce kendimizin teşhisi koymamız lazım. Sonra bundan kurtulmayı ciddi istememiz lazım. Ancak şeytanın en büyük desiselerinden birisi “Kusurunu itiraf ettirmemek” olduğu için bu engeli aşmak oldukça güç.

M.Karabaşoğlu Beye, Huccurat suresinin 10. ayetindeki “Müminler kardeştir.” Ayetini açıklayan; 8 ve 9. ayetlerdeki haklıya, zayıf da olsa yardıma, ara bulmaya davet eden, emreden mânâlara sarahat getiren, Zafer’deki makâlesi için: ”Bunu sen yazmamışsın” diye şaka yollu ithamda bulundum. Kendisi yazdığını söylemesine rağmen, ithamıma devam edince, biraz bozularak kendi yazdığını tekraren iddia etti. Ben de ”Sen bunu yazmamışsın. YAŞAMIŞSIN” deyince anlatmak istediğim mânâ ortaya çıktı, tebessüm ederek rahatladı. Evet O, ayetlerde geçenleri yaşamıştı da, o güzel makâleyi yazabilmişti. Çünkü bu mânâlar çoğu defa ancak yaşanınca anlaşılabiliyordu.

Elbette Nurlardan okuduklarımızı anlar ve amel etmede muvaffak olabilirsek de bu üst seviyedeki mânâları idrak edebiliriz. Allah idrakimizi açsın. İhlasa muvaffak etsin. Bu tehlikeli halden bizleri, kardeşlerimizi, ağabeylerimizi kurtarsın. Bu ekip asrına uygun, DEHA diye tarif edilebilecek cemaat şuuruna, şura tarzına bizleri kavuştursun. Bunun kaidelerine tâbi yaşatsın. Vazifeleri paylaşmayı, icabedince bayrağı yanımızdakilere verebilmeyi bizlere nasip etsin.

Bu hastalığın devaları hükmünde olan fikirleri de incelemek için bu sitedeki EKİP ZAMANI yazımı da okumanız gerekir. Bu makâlede ehl-i hamiyeti dahi müstebit eden BÜYÜK VARTAYI; zîhassa-i meşhurelerin taayyünle ZULMETMELERİNİ; imamlık şerefini başkalarına vermenin önemini; bir iman hakikatini birisine anlatmak esnasında istemeyen birisinin vazife yapmasının değerini ve daha bir çok önemli esası mütalaa etmek isterseniz muhakkak Ekip Zamanını okuyun.

  18.07.2007

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut