ASR-I SAADETİN büyük olayları içinde ilk anda nazarlardan gizlenen bir sahnedir. İlk anda, gündelik hayatın sıradan akışı içerisinde her an olabilecek cinsten basit bir olay gibi gözükür zira. Ama bu basit olay, daha o dakikada bir büyük patlamanın kıvılcımına dönüşme istidadı gösterir; ama şükür ki, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın müdahalesiyle akl-ı selîm hemencecik galip gelir ve gerilim çözülür.
Benî Müstalık gazvesi dönüşünde yaşanır bu olay. Kahramanları, Gıfâr kabilesinden Cahcah b. Mes’ud ile, Cüheyne kabilesinden Sinan b. Veber’dir. Cahcah, bizatihî Kureyşli Muhacirîn’den olmamakla birlikte, muhacir olarak Medine’ye gelmiş ve Hz. Ömer’in bu sefer boyunca atına seyislik yapmak üzere işe aldığı bir mü’mindir. Sinan ise, bizatihî Medineli Ensar’dan olmamakla birlikte, Ensar’ın büyük kolu Hazrec’in Benî Salim boyunun müttefiki olması itibarıyla Ensar arasında sayılmaktadır.
Bu iki sahabi, Benî Müstalık gazvesi dönüşü bir mola yerinde hayvanlarını sulamak için kuyudan su çıkarma konusunda kavgaya tutuşurlar. Kuyunun suyu azdır ve belki saniye farkıyla kuyuya atılmış iki kovanın ipi dolanıp biri dolu biri boş çıktığı için kavga yaşanmaktadır. Cahcah kuyuya ilk gelenin kendisi olduğunu, dolayısıyla çıkarılan suyun kendi hakkı olduğunu savunur. Sinan ise su benim çektiğim kovada olduğuna göre benim hakkımdır demektedir. Senin-benim tartışması bir anda alevlenir ve sinirine hakim olamayan Cahcah Sinan’a tokat vurur. Bunun üzerine Sinan “Yetişin ey Ensar!” diye bağırır. Ensar’ın üzerine gelip kendisini döveceği korkusuna kapılan Cahcah da “Yetişin ey Kureyş! Yetişin ey Kinâne!” diye bağırmaya başlayınca, ortalık bir anda alevlenir. İki taraftan da çok sayıda sahabi kılıçları çekmiş, birbirine karşı savurmak üzeredir. Öyle bir hal yaşanır ki, Resûlullah duruma müdahale ederek ortalığı yatıştırmasa, bir kova su yüzünden Ensar ve Muhacirîn birbirini öldürecektir! Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, müdahale ederek, “Nedir bu Cahiliye çığlığı?” demiştir. “Böyle çağırmayı bırakın, çünkü bu fitnedir.” Resûlullah’ın müdahalesinden sonra, Muhacirîn ve Ensar’dan büyük sahabiler Cahcah ve Sinan’la konuşurlar, Sinan Cahcah hakkındaki davasından feragat eder, barışırlar ve mü’minler açısından mesele kapanır.
Olayı duyan münafıklar “Kureyşlilerin kalın izarlı Müslümanları ile misalimiz, evvelkilerin şu mesellerinde dedikleri gibidir: Besle kargayı, oysun gözünü!” gibi, “Ama vallahi, Medine’ye varınca, şerefli ve güçlü olan, şerefsiz ve zayıf olanı muhakkak oradan sürüp çıkaracaktır” gibi sözlerle yangına körükle gitmek isterler; ama şükür ki küllenmiş fitne tekrar alevlenmez.
Buna mukabil, bu olay, basit bir meseleden bile nasıl büyük bir gerilimin çıkabildiğine ve bu gerilimi kimin nasıl çözebileceğine dair bir ders olarak, tarih sahnesindeki yerini alır.
Gerçekten niye böyle olmuştur? Bir kova suyu kullanma hakkının kime ait olduğu gibi basit bir mesele yüzünden iki kişi nasıl böyle bir kavgaya tutuşmuştur? Hem, meseleyi birkaç dakika içinde Ensar ve Muhacirîn arasında bir büyük gerilime dönüştüren şey neyin nesidir?
Bu soruların eşliğinde bakıldığında, insan psikolojisine dair bir ibret ve hangi durumda neye dikkat edilmesi gerektiğine dair bir ders çıkar bu Asr-ı Saadet tablosundan bize...
Cahcah bir muhacirdir ve Medine’ye gelebilmişse, bu, Ensar’ın gösterdiği büyük feragat sayesindedir. Medineli mü’minler Akabe’de hem kendi mallarını, evlerini, imkânlarını paylaşmaya, hem de Muhacirîn’i müşriklere karşı kendi evlatlarını korudukları gibi koruyup gereğinde onlar için savaşmaya ahdettikleri içindir ki, Cahcah gibi muhacir mü’minler Medine’dedir.
Yani, duygusal açıdan bakıldığında, Cahcah, bir muhacir olarak kendisini Ensar’a karşı ‘eksikli,’ ‘sığıntı gibi’ ve zayıf hissetmektedir. Bu durum bir mü’min olarak izzet-i nefsine dokunuyor olmakla birlikte, yapabileceği birşey de yoktur. Çünkü Medine, koca Arabistan’da mü’minlerin canlarına ve imanlarına kastedilmeden barınabildiği yegâne diyar hükmündedir. ve hatta belki de bir parça minnet görmektedir.
Yani, Cahcah’a hâkim olan ruh hali, ‘sıkışmış’ bir ruh halidir. Bir yanda kahrolası mecburiyetler, öte tarafta iç dünyada bu yüzden gerçekleşen birikimler... Bu sıkışmış ruh hali içinde, Cahcah her an patlamaya hazır bir bomba gibidir. Nitekim, en ufak bir gerilimde patlar. Kuyudan çıkan su Sinan’ın kovasının suyu olduğu halde, “ilk gelen bendim, ama o kovasını salıp ipini benimkine doladığı için benim kovam dolamadı, o yüzden ben mahrum kalıyorum, eh işte burada böyle sığıntı olunca mahrum da kalırsın zaten” gibi saniyeler içerisinde gelişiveren bir zincirleme duygusal reaksiyonla bir öfke patlaması yaşar ve haksız bir surette Sinan’a tokadı vurur.
Kısacası, olayın asıl sorumlusu Cahcah’tır. Cahcah’ı bu duruma sevkeden ise, yaşıyor olduğu duygusal sıkışmadır.
Sinan ise, hak etmediği halde tokadı yedikten sonraki birkaç saniye içinde benzer bir duygusal kilitlenme yaşamış olmalı ki, “Yetişin ey mü’minler!” diye bağıracak yerde, Muhacirîn’i doğrudan ‘karşı taraf’ diye konumlandırarak, hakkını ve kendini savunmak için, “Yetişin ey Ensar!” diyerek yalnızca Ensar’ı çağırmıştır.
Sinan’ın bu yanlışına Cahcah’ın ikinci yanlışı olarak “Yetişin ey Muhacirîn” nidası da eklenince, işler bir anda çığırından çıkmıştır işte.
Aslına bakılırsa, Cahcah’ın da, Sinan’ın da önceden gelen birer büyük yanlışı vardır. Cahcah, Medine’de bir ‘muhacir’ olarak bulunuşunu bir ‘sığıntı’lık, bir ‘eksikli’lik olarak görmekle hatalıdır. Evet, Ensar’ın yaptığı şey büyük bir feragattir, ama bu feragat Ensar’ı aziz kılarken Muhacirîn’i zelil kılıyor değildir. Çünkü Muhacirîn Ensar’dan da büyük bir feragati zaten gerçekleştirmiş; Allah için yerini, yurdunu, işini, malını, mülkünü terkedip hicret etmiştir. Dolayısıyla bir Muhacir’in Ensar karşısında kendisini hiç de zayıf, eksikli ve sığıntı görmemesi gerekmektedir. Daha büyüğü Muhacirîn’e ait olmak üzere, çift-taraflı bir feragattir ortada olan.
Olaya sebebiyet veren, Cahcah’ın bu önceden gelen gizli yanlışıdır gerçekte.
Sinan’ın da bir gizli yanlışı vardır. O da, gerçekte yaşamayı hak etmediği halde bir Muhacir mü’minin böyle bir duygusal sıkışma yaşaması ihtimalini farkedip Muhacir bir mü’minle bir gerilim yaşadığında nasıl davranması gerektiği konusunda kendisini hazırlamış olmalıdır. Sinan bunu yapmamış; bilakis “Yetişin ey Ensar!” diye bağırarak kıvılcımın üzerine benzinle gitmiştir.
Kavgayı bu iki sahabiyle sınırlı olmaktan çıkaran en büyük yanlış, Ensar’dan da, Muhacirîn’den de bir grup sahabinin, bu nidaya otomatik bir surette ‘asabiyet’le karşılık vermeleridir. Olayın aslını esasını dinleyip öğrenmeden, Ensar’dan olanlar Sinan’ın, Muhacirîn’den olanlar Cahcah’ın tarafını tutarak birbirlerine karşı kılıç savurmaya kalkışmışlardır. Demek ki, Muhacirîn arasında Cahcah’ın yaşadığı duygusal sıkışmanın bir benzerini yaşayan sahabiler olduğu gibi, Ensar’dan sahabiler arasında bu duygusal sıkışmışlığı doğru okuyup ona göre davranma za’fiyetinde Sinan’la ortaklaşan sahabiler vardır.
Neyse ki, önce Resûlullah’ın müdahale edip alevlenen ‘cahiliye asabiyeti’ne karşı her iki sahabi grubunu uyarması; ardından Cahcah gibi bir duygusal sıkışma yaşamayan Muhacirîn’den büyük sahabiler ile Cahcah’ın yaşadığı sıkışmayı doğru okumaya muktedir Ensar’dan Ubâde b. Sâmit gibi sahabilerin devreye girmesi ile Sinan zahirde haklı olduğu halde duygusal planda yaptığı ‘okuma yanlışı’nı görmüş, onun Cahcah’ı affetme inceliğiyle de mesele çözülmüştür.
Ashabın yaşadığı bu tecrübe, bana, bugünün mü’minlerinin hem bireysel, hem kitlesel düzlemde yaşadığı benzer çatışma ve gerilimler için de öğretici görünür.
Bir taraftan gerçekte haketmediği halde bir duygusal sıkışma yaşadığı, bir za’fiyet veya mahrumiyet duygusu taşıdığı durumlar
Bu tecrübeye bakarak, nisbî mahrumiyet veya za’fiyetler yaşayan Cahcah misali mü’minlerin bir duygusal sıkışmışlık konusunda kendilerine dikkat etmeleri gerektiğini düşünürüm. Hayatın akışı içinde başkalarına değil de onlara nasip olan mahrumiyetler—hele ki rıza-yı ilâhi yolunda bir tercihten dolayı ise—eziklikle değil, şerefle taşınacak mahrumiyetlerdir ancak.
Bu tecrübeden alınacak dersin büyüğü ise, Sinan b. Veber el-Cühenî misali, gerilimin diğer tarafındaki mü’mine/mü’minler grubuna göre güçlü görünen mü’minlere mahsustur.
Onlardan beklenen, bir ‘duygusal zeka’ nişanesi ortaya koyarak, ‘sıkışmışlık’ halet-i ruhiyesini anlamaları ve gerilimi değil tırmandıracak, bilakis çözecek reflekslerle kuşanmalarıdır.
Kendi namıma, gün geçtikçe çözüleceği yerde maalesef tırmanan Türk-Kürt gerilimine de bu nazarla bakmayı denedim ve bir özeleştiri ihtiyacı hissettim...