İnsaniyet-i kübra

Nuriye Çakmak

RİSALE-İ NUR’UN insanı tanımlayan cümlelerine bakarken anlarsınız ki, bu tanım tüm kâinatı gezmiş bir göz, incecik sesleri işitmiş bir kulak, küçücük şeylerin derdini hisseden bir kalb, ama aynı zamanda azamet, azametli bir ibadet sahibinden gelir. Öyle bilir ki insanı ve ezelden sırtında taşıdığı ve zamanın sürekli beslediği boyundan büyük sorularını. Çözmüştür ki, kavgasızdır. Huzur akar zindanından insancıklara...

İnsaniyet-i kübra der, insan risalesinde İslâm için. İslâm ve insan ve bunun en güzel hali.

Sahi, insaniyeti mi bilmiyoruz, İslâmiyeti mi? Yoksa biz fıtrattan uzaklaşınca ikisi birden gittiği için mi böyle insaniyetten çıkmış birçok varlıkla örülü dünya?

Sanki eskiden bastırılmış anti-fıtrat tavırları örten bir sahte insaniyet vardı. Ve galiba bu oyuna kandık ve bize insaniyeti alınmış bir İslâm kaldı.

Hep bu işleniyordu beyinlerin gizli köşelerinde: Ehl-i dünya insanîydi, bizler yobaz, sofu vs. İkisi birarada ürünler çokça piyasada boy gösteriyordu ama, herhalde ikisi birarada bir insan figürüne pek rastlanmıyordu.

Kim vermişti insaniyeti birilerinin payına, İslâmiyetten biz farketmeden kim sıyırıvermişti insaniyeti?

İnsaniyet-i kübra tabirini derkedene dek ve tabiî asırlardır sönmeyen yıldızların akisleri düşene dek dünyama, büyük bir çekinceyle “İnsan insan olsun hele, sonradan Müslüman da olur, ama insan olmadan ancak Müslüman olduğunu sanır” derdim.Bizim gibi olmayan komşularımız vardı, çok severdim. Benim okuduğum kitapları okumayan arkadaşlarım ve en sevdiğim Amerikalı misyoner arkadaşım. Ben namaz kılarken camide arkamda bekleyen, nüfus kağından Müslüman yazan arkadaşlarım çoktan firar etmişken. Ezan okununca gözümün içine bakan, hadi gidelim dercesine. Evine gittiğimde en beyaz, en yeni ve en temiz havlusunu ben namaz kılayım diye seren. Bu insanlar ve dahası, çok kibarlardı, çok cömert, sevgi dolu ve insan olarak, yani hiçbir marka gerekmeden kaliteliydiler. Bunun karşısında benim okurken gördüklerimin aynısını okuduğunu sandığım diğerlerini gördükçe depremler yaşıyordum. Küçük beyinler, küçük sınırlar, tabular tabular...

Böyle olmamalı diye feryad eden içime akan bir ırmaktı, insaniyet-i kübra ve İslâmiyet.

İnsanı yaratan bilecekti elbet, en iyi nasıl insan olunacağını ve herkese düşmeyecekti bu nasip belki. Ama kaybeden kazananları örtecek kadar kayda değer olmayacaktı ki, insanlık var edilmişti. Bir nur vardı, insanlığın başlangıcında insanoğlunun alnında taşıdığı. Seçilmişler vardı ve onlara uyanlar. Ve bir gül vardı, bir dolunay. Bir güneş ki, yıldız kesmişti etrafı. Semada zaman yok, bu güzelliğin etrafını ezel güneşleri ve ahir yıldızları dolduracaktı. Ve kâinatta pırıl pırıl, işte İslâm, işte insan yazacaktı.

Böyle olmalıydı. İnsaniyetin ve İslâmiyetin arası açılmamalıydı.

Düşündüm ki, İslâm’ı yaşamayan bu güzel insanların fıtratı İslâm’dı, insaniyetleri ondandı. Hidayet er geç kalplerine dolacaktı. Diğerleri ise, bir mirasa konmuştu, temel çürüktü ve o okumuyordu. Gördükleri ile, duydukları ile—ve hiç kullanmadan aklını—kopyalıyordu. Bir yandan mirası çoğaltıyor, bir yandan iflas ediyordu. Uzun sakallı amcalar, başları nedense hep tıraşlı çocuklarına veya saçları uzun çocuklarına ne kadar hor davranıyordu. İslâm arıyordum bu manzarada, çocuk ve peygamber hatıraları doluyordu kalbime. İnsaniyet arıyordum, milenyum! çağında bedeviyet görüyordum. Babadan gelen din, hep o babadan devam ediyordu. Âdetler, algılar ve o baskı.

Hazreti Ömer halifeliği sırasında, sokakta yan yana yürüyen birkaç genci aniden durdurmuştu. Oldukça güçsüz görünen, üstleri önemsiz, zor adım atar haldeki bu gençleri çevresine sormuştu. “Allahlık!” demişlerdi. Çok ibadet ediyor, dünyaya meyletmiyorlardı! Her birini tuttu ve sıkıca kavrayıp kaldırdı, “İçinizde Allah’a Resûlullah’tan daha yakın kim var?” diye sordu. Ondan temiz, ondan güçlü, ondan heybetli ve vakarlı... Siz benden daha mı ilerisiniz, demişti o heybetli duruşuyla. Bir başka gün yine böyle birkaç gence bir sahabi hanım seslenmişti, “Allahlık olmak böyle mi olur sanarsınız, vallahi ben Ömer’den daha Allah’a yakın ama ondan daha güçlü birini görmedim.”

Örnekler öyle çoktu ki... Efendimiz nasıl da celâllenirdi, itidal üzere olmayan ibadetler sonucu kendisini yoran ve bakımından ve diğer sorumluluklarından geriye kalanlara. Ne demekti ‘Allahlık,’ biz hâlha paspal birileri için kullanıyoruz bu tabiri, değil mi?

Oysa bu asırda ne Allahlık kullar vardı... Her namaz arası dişlerini misvaklayan bir Üstad vardı. Annesini yeni kaybetmiş bir çocuk kendisine yemek getirdiğinde, arkadaş gibi onunla ilgilenip acısını dindiren bir Üstad. Aynı izinden gittiği insaniyet-i kübra sahibi gibi...

Mü’min-i gayr-i müslim, müslim-i gayr-i müminler vardı diğer tarafta.

Ve zaman ahir zamandı.

Zordu taşımak imanı ve korumak aklını kaçırmış canilerin içinde insanlığı.

Ama yine şanslıydık biz; üstünde oturduğumuz mirasyedi kıtaya hükmetmiş bir medeniyet hâkimiyetinin izlerini taşıyordu, tevazuyla. İstanbul’un manevî fatihleri gözlüyordu bizi, dünya güzeli camilerde. Ve ilan ediyordu asırlardır İslâm tarihi, garbı nasıl medenîleştirdiğini.

İslâm ve insan ne zaman yakınsa ilerliyorduk. Ya şimdi?

Avrupa İslâm’ı, Asya Avrupa’yı dünyaya getirene dek, sanırım ortada kalmışlığı yaşıyoruz. Doğum sancısının korkusuyla Avrupa bize sözde insaniyeti ve medeniyeti vermiyor, diğerleri de Avrupa kabul etmese de ona böylesi yakın olan bizlere İslâmiyeti.

Oysa ne biz farklıyız onlardan, ne onlar bizden. Birlikte kabul etmeliyiz ki, mirasa sahip çıkamadık ve üçüncü bir tanım olduk. Ne Avrupa’ya ithal ettiğimiz medeniyeti yaşayabiliyoruz, ne İslâm’ın altın devirlerini. Ne insaniyemize siniyor imanımız, ne de imanımız insaniyet muştuluyor, özünü arayanlara...

Ama ye’se izin yok insaniyet-i kübrada.

Üstadın insaniyet-i kübra için açtığı Medresetü’z-Zehra her bünyede bir dersliğe sahip oldukça, “kışta geldim” diye cennet-âsâ bahara serptiği çiçeklere hakiki alıcı çıktıkça ve duyulunca Emevî Camiinden yükselen ses, ümitvarım. İslâm’ın insaniyet-i kübra çiçekleri birer birer açacak, her bahar sevdalısında.

  03.08.2007

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut