Susmak, bağırmak, konuşmak...

EVET, BİR helallik dilemem gerekiyor.

Zira, geçen on gün içinde ‘benim yüzümden’ üzülenler oldu aranızda...

Belki günlerce okuduklarının tesirinden çıkamayan, uykusu kaçan, kanı donan, canı sıkılan, hatta belki şevki kırılan...

Buna sebebiyet veren cümleleri kullanan ben değilsem bile, aktaran bendim.

Bir açıdan, bir ‘mahrem’in ‘ifşa’sı gibiydi aktararak yaptığım.

Bir açıdan, üstüne gazete örtülmüş bir ‘yara’nın ‘ifşa’sı...

Her hâlükârda, görmeyi arzu etmeyeceğimiz türden birşeydi gözönüne koyduğum...

Bip’lenecek türden sözler; görenlerin içi kalkmasın diye belirsizleştirilecek türden manzaralar...

Ben öyle yapmadım; olduğu gibi koydum...

Bir bakıma, yazdığı o yürek kaldıran öyküden dolayı kendisini affedemediğim Ömer Seyfettin gibi yaptım.

Bir bakıma, modern savaşların çirkinliğini en sert savaş sahneleriyle gösteren Full Metal Jacket misali savaş-aleyhtarı savaş filmlerinin yönetmenlerinin yaptığı gibi.

Bunu yanlış bulan gönül dostlarımız da oldu.

Bunu doğru bulan gönül dostlarımız da.

Arada kalanlar da...

Böyle yapmakla kasdımın, meramımın ne olduğunu anlayamayanlar da, çok iyi anlayanlar da...

Her hâlükârda, ortak duygu ‘üzüntü’ idi.

Ben de üzüldüm.

Üzeciğimi bile bile bu ‘mahrem’i veya ‘yara’yı ‘ifşa’ ettikten sonra üzülmenize üzüleceğimi baştan biliyordum oysa.

Üzeceğimi de, üzüleceğimi de bile bile yapıldı yapılanlar...

Çünkü, yazdığımız ama zülf-i yâre dokunan doğruların bazı gönül dostlarımızca anlaşılabilmesi için, böyle birşeyin ne yazık ki gerekli olduğunu hissetmiştim.

Böyle birşeyin; bir nümune arzetmenin gerekli olduğunu...

Evet, bu bir ‘nümune’ydi yalnızca.

Yüzlercesi arasından bir nümune...

Merak etmeyin, ‘yüzlercesi’ni yazacak değilim.

Ama bakın, tek bir ‘örnek olay’ bile çok şey söylüyor.

Risale-i Nur müellifi kâfire karşı dahi ‘nezihâne, nazikâne, kavl-i leyyin’ bir üslupla hakkı beyan etme dersi vermişken, mü’minin takdirin yanında haklı bir tenkidi de dile getiren başka bir mü’mine karşı tercih ettiği üsluba bakın...

Başka bazı mü’minlerin, bu üsluptan haberdar olmalarına rağmen, ‘dengelerin gücü adına’ susmayı tercih edişlerine bakın...

Başka bazı mü’minlerin ise, bu üslubu ‘mazur,’ bu üslubun muhatabını ‘kabahatli’ görebilmelerine bakın...

Üstelik, o mü’min kişilere değil ‘vâkıaya’ dair bir tahlilde bulunmuşken, doğrudan onun ‘kişiliğine’ yönelen saldırma fecaatine bakın...

Bu ve benzeri olayları ne yaşamış olmayı isterdim, ne de görmüş olmayı...

Ama bu ve benzeri olayları yaşamayı takdir buyurmuş ise Rabbim, elbette bir hikmete ve bir rahmete binaen böyle takdir buyurduğuna kâniyim.

Rikkatli kalbimiz, dikkatli aklımız, adaleti mi’yar edinmiş vicdanımız ve hakkı söylemekten korkmayan dilimizle Rabbimiz bize böylesi olayları göstermiş ve yaşamış ise, bir hikmeti var elbette.

Biz bu hikmeti, Rabb-ı Rahîm’in söylem ile eylem arasındaki bu mesafeyi bizatihî tecrübe ettirerek ‘iman dilinin hayata tercümesi’ni boynumuzun borcu olarak hissettirme şeklinde anladık bugüne kadar.

O yüzden, hep bir eleştiri/özeleştiri boyutu taşıyageldi yazdıklarımız.

Hep, “Kur’ân böyle söylüyor, o halde...,” “Resûlullah’ın bu davranışından şu ders çıkıyor, o halde...,” “İmanın şu esası böyle bir duruşu iktiza ediyor, dolayısıyla...” diye diye gelişen sorgulamalar, yüzleşmeler, yüzleştirmeler içeregeldi.

Bir yanda imanın güzellikleri, öte yanda bizim bu güzelliği hayatımıza taşımadaki zaaflarımız...

Bir yanda İslâm’ın ölçüleri, öte yanda hayatlarımızdaki ifrat ve tefritlerimiz...

Bu zaafları, bu ifrat ve tefritleri aşıp, “ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakâik-ı imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar edebilmek...”

İmanın güzelliğini ve İslâm’ın hakkâniyetini hayatlarımızda, hele ki cemaatî ve ictimaî hayatlarda tecessüm ettirebilmek...

Bu çizgide gelişti hep yazılarımız, dergilerimiz, kitaplarımız...

Bilinsin ki, biz kara gözlüklerle dolaşan kara gönüllü adamlar değiliz.

Ama pembe gözlüklerle dolaşıyor da değiliz.

Kimi yerde kara, kimi yerde pembe gözlük takanlardan, hiç değiliz.

Kör de değiliz.

Ehl-i dinin, ‘görmezden gelinerek’ yalnızca büyüyen ve ancak görülerek çözülebilir bir dizi sorunu, açmazı, marazı var; görüyoruz.

Ehl-i Risale’nin, ‘görmezden gelme’nin büyüttüğü, ancak ‘görüldüğü takdirde’ çözülebilir nice sorunu, açmazı, marazı var; biliyoruz.

Biz beyaza kara, pembeye siyah demiyoruz, demeyeceğiz.

Ama biz karaya beyaz, siyaha pembe de demiyoruz, demeyeceğiz.

Biz gördüğümüz doğruları yazacak; kavl ile amel, söylem ile eylem arasındaki şaire feryad ettiren o büyük mesafenin yitip gitmesi, hiç olmazsa kısalması için dilimizden geleni saklamayacağız.

Ve bunu, her daim ‘nezihâne, nazikâne, kavl-i leyyin ile’ yapacağız.

Karşılığını böyle görmesek bile...

Ne susmaktan yanayız, ne de bağırmaktan.

Biz konuşuyoruz; konuşacağız...

Kimileri bağırmayı, kimileri susmayı tercih ediyor olsa bile...

  20.03.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut