Anlayış gösterme sanatı

WİGDEN’İN ŞEKERCİ dükkanına ilk girdiğimde dört yaşlarında olmalıydım. Fakat yarım asır sonra dahi o dükkanın harikulade havası ve kokusunu hâlâ hatırlayabiliyorum. Kapının ufak çanını duyunca Bay Wigden sessizce ortaya çıkar ve şeker tezgahının arkasındaki yerini alırdı. Çok yaşlıydı. Başında kar kadar beyaz bir saç bulutu vardı.

Onun dükkanındaki kadar çok çeşitte şeker başka hiçbir yerde yoktu. Bütün bunlar o kadar aklımı başımdan alırdı ki, bir tanesinde karar kılmak bana zor gelirdi. Hepsine teker teker bakardım. Seçtiğim şekerin beyaz kesekağıdına konduğunu görmek bende üzüntüye yol açardı. Belki bir başka çeşidin tadı daha güzeldi? Veyahut yemesi daha uzun sürerdi?

Bay Wigden’in, istediğiniz şekeri kesekağıdına koyduktan sonra bir an duraklama gibi bir âdeti vardı. Bu ara hiçbir söz söylenmediği halde, her çocuk Bay Wigden’in karşısındakine fikrini değiştirme fırsatı verdiğinin farkındaydı. Kesekağıdının ağzı ancak para tezgaha konduktan sonra kıvrılarak kapatılırdı. Böylece, kararsızlık anı sona ererdi.

Bizim evimiz tramvay hattından iki blok uzaktaydı. Tramvay durağına gitmek için de Bay Wigden’in dükkanının önünden geçilirdi. Annem bir kere kasabaya inerken beni de beraber götürmüştü. Tramvay durağından eve yürürken Bay Wigden’in dükkanına girdi ve:

“Bakalım güzel birşey var mı?” dedi.

Yaşlı adam arkadaki perdenin arkasından çıkarken, annem beni elimden tutup pırıl pırıl cam tezgahın önüne götürdü. Ben önümdeki şahane vitrine hayran hayran bakarken, annem ve Bay Wigden konuştular. En sonunda annem benim için birşey seçti ve Bay Wigden’e ücretini ödedi.

Zaman içinde, tramvay durağına giderken annemin beni şekerci dükkanına götürmesi bir gelenek haline geldi. O ilk ziyaretten sonra, annem şekerimi kendimin seçmesine izin vermişti.

O sıralar paranın ne olduğundan tamamen habersizdim. Annemin satıcılara birşey verdiğini, ondan sonra bir paket veya kesekağıdı aldığını görürdüm. Zamanla bu değiş-tokuşa aklım ermeye başladı. O sıralar kendi kendime bir karar verdim. Bir gün Bay Wigden’in dükkanına yalnız başıma gidecektim. Epey uğraştıktan sonra kapıyı açabildiğim zaman çanın çıkardığı sesi hatırlıyorum. Büyülenmiş gibi, yavaş yavaş şekerlerin dizili olduğu vitrine yürüdüm.

Hoşuma gidenlerin hepsini sayınca, Bay Wigden tezgaha dayanıp bana doğru eğildi:

“Bütün bunları ödiyecek kadar paran var mı?” diye sordu.

“Tabiî” diye karşılık verdim. “Çok param var.”

Elimi uzatarak Bay Wigden’in avucuna dikkatle yaldıza sarılmış yarım düzine kiraz çekirdeği koydum.

Bay Wigden, elndekine baktı, sonra uzun bir an birşey anlamak istermişcesine benim yüzüme baktı.

Telaşla:

“Yetmez mi?” diye sordum.

Yavaşça elini çekerek:

“Zannedersem biraz fazla bile” dedi. “Üstünü vereyim.”

Eski model makinesine gitti. Makinenin çekmecesini açtı. Tekrar tezgaha dönerek, uzattığım elime iki kuruş bıraktı.

Altı-yedi yaşıma geldiğimde, ailem buradan başka bir şehre taşındı. Ben de taşındığımız yeni şehirde büyüyüp evlendm ve kendi ailemi kurdum. Karımla, değişik türlerde süs balıkları yetiştirip sattığımız bir dükkan açtık. Akvaryum ticareti o zamanlar daha gelişme çağındaydı. Bunun için balıkların doğrudan doğruya Asya, Afrika ve Güney Amerika’dan getirtilmesi gerekiyordu. Bir çifti beş dolardan az olan çok az cins vardı.

Güneşli bir öğle üstü küçük bir kız erkek kardeşiyle beraber geldi. Beş-altı yaşlarındaydılar. Ben tankları temizlemekle meşguldüm. İki çocuk hayretten yuvarlaşlaşıp büyümüş gözlerle prıl pırıl suda yüzen güzel balıkları seyrediyorlardı. Erkek olanı:

“Birkaç tane satın alablir miyiz?” diye sordu.

“Parasını verebilirseniz, tabiî” diye cevap verdim.

Kız kendinden emin bir tavırla:

“Bizim çok paramız var” dedi.

Çocuğun sesindeki eda bana sanki çok eski bir hatırayı, Bay Wigden’in şekerci dükkanına yalnız başıma gittiğim günü zihnimde canlandırdı. İki çocuk, bir süre balıkları seyrettikten sonra tankların yanında yürüyerek birkaç çeşit balıktan birer çift istediler. İstedikleri balıkları ağla yakalayarak ufak bir kaba koydum ve erkek çocuğuna uzattım.

“Dikkatle taşı” diye tenbih ettim.

Başını sallayarak, kız kardeşine döndü.

“Parayı sen ver” dedi.

Elimi uzattım. Sımsıkı kapalı avucunu bana doğru uzatırken ne olacağını gayet iyi biliyordum.

O anda Bay Wigden’in yıllarca önce üstümde bıraktığı tesirin büyüklüğünü kavradım. Yaşlı adamı ne kadar güç bir durumda bıraktığımı anladım. O da, bu güç durumdan ne kadar güzel bir şekilde kurtulmuştu!

Elimdeki paralara bakarken kendimi tekrar o şekerci dükkanında zannettim. Bu iki çocuğun saflığını gayet iyi anlamıştım. Bay Wigden de bunu yıllarca önce kavramıştı. Bütün bu hatıralar beni o kadar etkilemişti ki, boğazımın kuruduğunu hissettim. Küçük kız karşımda bekliyordu. Çok yavaş bir sesle:

“Yetmez mi?” diye sordu.

Zorlukla:

“Zannedersem, biraz fazla bile” diyebildim. “Üstünü vereyim.”

Kasa makinesinin gözünde bir müddet arandım. İki kuruşu kızın açık avucuna koyduktan sonra, onların hazinelerini taşıyarak kaldırımda dikkatle gidişlerini uzun uzadıya seyrettim.

Tekrar dükkana döndüğümde karımın bir tabureye oturmuş, ellerini dirseklerine kadar bir akvaryumun içine sokmuş, bitkilerin yerlerini değiştiriyordu.

“Ne olup bittiğini bana da anlatır mısın lütfen. Onlara kaç tane balık verdiğini biliyor musun?”

“Otuz dolarlık kadar” diye cevap verdim. “Ama başka birşey yapamazdım ki!”

Ona Bay Wigden’in hikâyesini anlatınca, gözleri dolu dolu oldu.

“Hâlâ o jölelerin kokusunu duyabiliyorum” diye içimi çektim.

Son tankı da temizlerken, Bay Wigden’in hafif hafif güldüğünü duyduğuma eminim.




(Paul Villiard)

  23.02.2007

© 2021 karakalem.net, İsmail Örgen



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut