SES, TİTREŞİMLE meydana geliyor. Söz, seslerin biraraya gelmesiyle hayat buluyor.
Söz, sese dönüşmeden evvel, zihnimizde bir yer buluyor, sonra nice yollarla iletiliyor iletiliyor. Çevresi zırhla kaplı sinir hücrelerinden bir elektrik şeklinde ilerliyor.
Sesi üretmekle memur tüm uzuvlar harekete geçiyor. Karın kasları geriliyor, bir basınç ile ciğerlere hava doluyor. Sonra bu hava, birbirine saniyede yüzlerce kez vurarak titreşen iki ses telimiz üzerinde sese dönüşüyor. Soluk yolunun ve ağız boşluğunun oluşturduğu dirence, dilin hareketlerine ve dudakların konumuna göre, anlaşılır ve hoş bir ses olarak duyuluyor..
Tabi pek çok aşamayla gerçekleşen bu eylemi duyabilmemiz için, çok farklı çok mükemmel sistemler işletiliyor yine.. Böylece söyleme ve işitme arasındaki bağlantı kuruluyor.
Söyleme, işitme olmadığında bir anlam ifade etmezken, işitme de, söylemler yahut sesler olmadan hiçbir işe yaramıyor..
Söz söylemek de, dinlemek de, dinleyecek bir muhatap bulmak da ayrı güzellikler.
Bunca sistemin kusursuzca çalışması, hoş sözlerin ağızdan çıkması ve kulakların işitip hoşnut olması için sadece bir araç. Bunca sistemin devreye sokulmasında gizli olan nice hikmet olmalı. İnsanlar, konuşmalı..İnsanlar, dinlemeli..
Bir bardak tamamen dolduğunda, bir damla daha su eklendiğinde taşmaya başlıyor. İçindekiler dökülüyor.
Bir kimyasal formül oluştururken, bir maddenin dozu aşıldığında bir patlama gerçekleşiyor.
Bir at arabasına taşıyabileceğinden fazla yük yüklendiğinde, tahtalar daha fazla dayanamıyor ve kırılıyor..
Bir lastik bile, ne kadar esnek olursa olsun, fazla çekiştirilince kopuyor.
Bütün bu “fazlalık”ların verdiği hasarlar oluyor.
Zannımca, konuşmadığımızda içimizde de kelimeler birikiyor, birikiyor.
Söylenecek sözlerin ve hissedilen öfkenin miktarı ve dozu artıyor.
Sıkıntılar, büyüyor, büyüyor.
Sıkıntı, henüz bir tohum iken, yürek toprağına ekiliyor. Sonra evham ve vesveselerle, içine kapanma ve susmalarla sulanıyor, sulanıyor.
Konuşulmayan kelimelerin miktarı artık yürek kafesini çatlatacak kadar, yahut beyin kıvrımlarını patlatacak kadar “fazlalaştığında” işte o zaman, bir hasar, bazen bir yıkım, bazen bir şok gerçekleşiyor.
Çok yürüdüğümüzde kaslarımızın bize verdiği “artık dur” sinyali gibi, ya da bir kemiğimiz kırıldığında “sakın kıpırdatma” mesajı veren şiddetli ağrı gibi, ruhumuz da sanki “artık dur” diyor..
Bu nedenle, acil servise, içtiği bir kutu hapın tesiriyle kendinden geçmiş bir hasta getiriliyor.
Canına kıyma eylemini başarıyla tamamlayamayan hasta, uyandığında her şeyden kurtulmuş olacağını ümit ederken, bambaşka problemlerle karşılaşıyor.
Her şeyden önce, canına kıymak teşebbüsünde bulunmuş bir insan olarak toplum tarafından etiketleniyor ve çıktıktan sonra başka bir etiketle karşılaşacağı “psikiyatri servisi”ne yatmış oluyor..
Gerekli müdahaleler, gereken ilaç tedavisi gecikmeden başlanıyor..
Doktoru, kendisiyle konuşmak istiyor..Uzunca konuşuyorlar, konuşuyorlar..
Konuştukça kimi zaman geçmişin tozlu sayfaları, kimi zaman bugüne ait gözyaşları çıkıyor meydana..Ama konuştukça bir şey oluyor aralarında..
Konuştukça, gerçekler gün gibi aydınlanıyor hastanın aklında..
Konuştukça, sıkıntılar küçülmeye başlıyor..
Hasta, daha önce bunları kimseyle konuşmadığını fark ediyor..
Tereddütle başladığı görüşmeyi, rahatlamış bir şekilde tamamlayıp, bir sonraki görüşmenin ne zaman olduğunu merak ediyor.
Doğru işletildiğinde, söz, muhatabın kulağına, oradan zihnine ve yüreğine giderken, aynı zamanda kendi yüreğinden bir takım sıkıntıları azat ediyor..
Titreşimler ve tüm o işletim sistemleri boşa tükenmiyor..
Aslında biz, insanların çok da suskun olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Ancak, çoğu zaman laf kalabalığından müteşekkil oluyor sözler. Çok kimsenin konuk olduğu bu laf kalabalığında, konuşan kimsenin “kendisi” çoğu zaman yer almıyor.
Bundan olmalıdır ki, sürekli konuşan bu toplum, kendiyle ilgili sözleri hep içinde biriktiriyor..
Bundan olmalıdır ki, bu toplumda, depresyon ve cana kıyma girişimleri gün geçtikçe artıyor..