Cumhuriyet, Demokrasi, Hukuk ve Hayatımızdaki Yansımaları

Halil Köprücüoğlu

BURADA CUMHURİYET ve Demokrasinin tariflerini, bunların birbirinden farklarını, nüanslarını anlatmaya hiç ihtiyaç hissetmiyorum. Bunu herkes bilebilir. Çok da önemli değil. Ben sadece asırlarca uygulanan, uygulanmaya çalışılan, değiştirilen, geliştirilen; millet ve devlet olarak, yaşama tarzı anlamında beşerin bulduğu bu güzel sistemler, bu harika merhaleler, bizim realitemizde nasıl bir haldedir, onu anlamaya, anlatmaya çalışacağım.

Önce en üst seviyede en açık tarzda yapılan bir yanlıştan; Üniversitelerdeki Rektörlük seçiminden başlamak istiyorum. Üniversite gibi ilim merkezi olan bir müessesede Rektör nasıl seçilir biliyor musunuz. İlginizi çekti mi bilmiyorum. Bu seçim de diğer seçimlerden pek farklı değildir. Aynen siyasetteki gibi, adaylar yarışır, mücadele eder, yapacaklarını anlatır. Ancak siyasetimizde olduğu gibi orada da bu safhadan sonra bize ait bazı gariplikler vardır.

Siz mesela iki yüz elli oy aldınız. Bir başka aday yüz oy aldı. Bir başkası da üç oy aldı. Üniversite, bunları sıralayarak YÖK’e gönderir. YÖK, isterse üç oy alanı 1. sıraya, yüz oy alanı 2. sıraya, iki yüz elli oy alanı da 3. sıraya koyarak tercihini kullanabilir..! Elbette buna büyük bir ilmi maharetle çok kıymetli Akademik Gerekçeler de bulur…!

Sıra Cumhurbaşkanındadır. O da Hukukun gereğini değil de, kanunların kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, isterse üç oy alanı, isterse bir oy alanı tercih eder. Bunun adına da eğitim kurumlarının en üstündeki Üniversitelerin Rektör Seçimi denir. Bazen Cumhurbaşkanı hızını alamaz, alt kademelerden üçlü listeye alınmayan, kendi kurumunca reddedilen bir ismin yazılarak tekrar seçmesi için kendisine gönderilmesini, arz edilmesini isteyebilir..!

Bu işlem, kendisini Demokratik Cumhuriyet olarak kabul eden bir devlette oluyor. 16 büyük devlet, imparatorluk kurmuş bir milletin son ülkesinde, 21. yüzyılda vuku bulur. Kimsenin kılı kıpırdamaz. Büyük bir ciddiyetle bütün müesseseler, bütün ilmî mahfeler, bütün yiğitler bunu kabullenir. Sadece kargalar güler; birilerinin ‘KRAL ÇIPLAK’ demesini bekler…

12 Eylül sonrası bir film seyretmiştim. Bir kovboy filmi. Amerika’da bir kasabaya zalim bir şahıs Şerif, bir başka zalim de Hakim olur. Ailesi oralarda arazi sahibi olan, tahsil için yıllarca dışarıda bulunan bir genç kasabaya dönerek, babasına ait arazilerin kendisine verilmesini ister. Neye göre istediğini sorarlar. O da kanun kitabını eline alıp dayanağını gösterir. Hakim ve Şerif o sayfaları kitaptan kopararak” Şimdi gerekçeni, dayanağını göster” derler !

Yine o günlerde bir gazetede bir maç anlatımı okudum. Maçta bir taraf faul yapıyor. Hakem düdük çalıp oyunu durduruyor. Karşı taraf serbest şut çekerek gol atıyor. Biraz sonra yine hatalı davranış sonucu penaltı veriliyor. İlgili taraf yine gol atıyor. Orada maçı seyreden o ülkenin diktatörü “Şu kara donlu herifi çağırın “ diyor. Getirilen hakeme, öbür tarafa da şut atma imkanı verilmesini “ emrediyor. Onlar da göl atıyor. Adalet temin ediliyor !

Bu uygulamaların hemen aynileri gözümüzün önünde adeta daima tekrarlanıyor desem yalan olmaz. İnsanlık neden bu seviyeyi geçemez, ilerleyemez hep şaşarım.

Partilerin uygulamalarına bir bakalım. Bundan birkaç dönem önce Demokrat, Ahrar sayılan bir partinin İl Yönetim Kurulu Üyesi olarak çalışırken, bir Sol Partinin İl Yönetimi, ziyaretimize geldiler. Kendilerini toplantı salonunda ağırladık.

Bize Belediye Başkanlığı Seçiminde geldikleri noktayı anlattılar. Partilerinden 3 aday seçime katılıyorsa, bunlardan en çok oyu alan listenin sahibi olan partili, Belediye Başkan Adayları olarak seçime katılıyormuş. Ancak ön seçime katılan üç liste de, aldıkları oy oranında Meclis Üyeliğine aday veriyormuş.

Ben bu bilgi üzerine, “Demokrat olan bir parti mensubu olarak sizi tebrik ediyorum, siz bizden daha demokratsınız dedim. Çünkü bizde en çok oyu alan listedeki başkan adayı, partinin başkan adayı olur; onun listesi de partimizin Meclis Adaylarıdır. Diğer listeler tamamen dışarıda kalır. Hatta bu listelerin toplam oyu ön seçime katılanların % 60-70’ini de bulsa böyle olur.” Deyince, bizim arkadaşlar kıyamet kopardılar. Bunu ifade etmemin doğru olmadığını söylediler. Ancak daha önce partimizdeki bu yanlış uygulamanın farkında olmayan arkadaşlarım, bu geceden sonra da bunu yanlışı düzeltmek için kıllarını bile kıpırdatmadılar. “Bu tarz bir uygulamanın sonucunda parti üye çoğunluğunun fikri bir kenara itilmiş olmakta; hatta bunlar, kazananların adeta düşmanı olarak partiyi gayet zayıf düşürmektedirler.” demem de bir fayda getirmedi.

Cumhuriyet gazetesinin baş yazarı Hasan Cemal beyin TV. ve gazetelerdeki açıklamalarını dinleyip okuduysanız gazetedeki uygulamaları bu gazetenin ismiyle ne kadar bağdaştırabilirsiniz. Ben inanmakta bile zorluk çektim.

Manisa’da çeyrek asır demokrat ruhlu partilerde çalışan efendi bir bey, sık sık: “Ben 25-30 sene içersinde memleket meselesi için tartışıldığını pek görmedim.; il yönetimiyle ilgili meselelerin az olarak görüşüldüğünü hatırlıyorum. Daha çok ilçe yönetimiyle ilgili meseleler üzerinde durulduğunu ve hatta daha çok hizip meseleleriyle meşgul olunduğu hatırlıyorum.” Derdi. Buna tam inanamazdım. İnanmak istemezdim. Kızgınlık, gücenmişlik ifadesi olarak düşünürdüm.

Ancak daha sonra İstanbul ilçelerinden birisinde Belediye Başkanı olan ve sevilen bir kişinin kendi partisince durdurulmak için nelere maruz bırakıldığını üzülerek seyredince biraz anladım.

Bir Sol Partide uzun yıllar Merkez Karar Kurulu veya Genel İdare Kurulu üyesi olarak çalışan bir bey, televizyonda; bu kadar uzun yıllar içerisinde bu partinin bu seviyesindeki toplantılarında hiçbir defa ciddi olarak bir memleket meselesi görüşüldüğünü hatırlamadığını ifade etti. Dehşete düşmek bile çok hafif kalır. Ancak, bırakın partide bir hareket olmasını, kimsenin kılı bile kıpırdamadı. Manisalı beyin söyledikleri bunlardan sonra zihnimde bir mana kazandı.

Bir zamanlar İl Yönetimlerinde bulunduğum demokrat bir partinin Aydın İl Teşkilatının Delege ile yapılan Ön Seçimde, millet vekili adayı olamayan iki eski bakanın, bu seçimi, Teşkilat Merkezinden iptal ettirip, Merkez Yoklaması ile, tekrar o ilden aday olmasını hiç unutamıyorum.

Zaten yıllar içerisinde bu mana o kadar çok ve yoğun olarak tekrar ediliyor ki unutmama fırsat bile olmuyor.

Hatta bunlar hemen bütün partilerde o kadar çok tekerrür ediyor ki sanki siyasi partilerimizin tarihçeleri tamamen bu hadiselerle doludur. Bir dergi dört sayısını, biraz da kalınca bir şekildeki baskıyla, Siyasi partilerimize ayırmıştı. İnanın zor okudum. Zihnim alt-üst oldu. Bu kadar uygulamayı, hadisâtı aklım, kalbim kaldıramadı.

Partiye üye olanlar kendi adaylarını delege yapamıyor. Delegeler kendi adaylarını seçemiyorlar. Cumhuriyet, demokrasi bu seviyede bir türlü uygulanamıyor. Batının şu veya bu ülkesinde hemen pek çok konuda, direkt, halk, kendi kanaatini belirterek devleti yönlendiriyorken bizim bu halimiz gerçekten beni yakıyor.

Hatta, bahsettiğim particilik dönemimde kahvelerde yapılan delege seçimlerinin göstermeliğini hiç unutamam. Hele bu partinin defalarca bakanlık yapmış bir üyesinin ilimizde vazifeli olduğu bir dönemde göstermelik köy delege seçimleriyle ilgili bir hatıramı da anlatmam lazım. Bakanlık yapmış bir arkadaşımla köylere gidilmeden delege belirlendiğini öğrenince, bir bölgedeki 5-10 köye, parti üye listeleriyle, ilan edilen seçim günü gittik. Köy muhtarı vasıtasıyla o köylerdeki üyeleri topladık. Oylarıyla delegeleri belirledik. Üyelerin ve delegelerin imzalarını muhtar imza ve mührüyle de destekleyerek dosyalar düzenledik. Parti Merkez Yönetimine derdimizi anlatıncaya kadar göbeğimiz yarıldı desem yalan olmaz. Çünkü oralardaki seçimler hiçbir işlem yapılmadan çoktan bitirilmiş, uygun gördükleri kişiler Delege seçilerek ilgililere verilmişti. Bu etkili ve yetkili kişiler Genel Merkezden korunuyordu ve Eski Bakanımız da buralarda göstermelik bir vazife yapıyordu.

Yıllarca memleketimizi yönetmiş bir Beyefendinin baskıları altında, defalarca İl Başkanlığına, ilçe ve delegelerin istediği kişiyi aday gösterirken bile neler çektiğimizi, çoğu kez muvaffak olamadığımızı anlatmaktan hicap ediyorum. Hatta İl Belediye Başkan adayının teşkilatların ve delegelerin rağmına, basının önünde -ön seçimde kaybetme tehlikesi büyük olduğundan- kurra ile belirlemeye kalkılması sonrası, Merkezden gelen, gönderilen büyüklerimizin entrikalarından dolayı, bu yolla memlekete hizmet etmenin insanca, efendice, medenice mümkün olamayacağını biraz geç de olsa iyice ancak anladım.

Bir milletvekilimiz yanında Akhisar ilçemizden konvoyla geçerken, o dönemde iktidar olan başka bir partinin başkanının –Başbakanın- “Tütüne iyi para verdiği ” konvoyumuza slogan olarak haykırılmıştı. Daha sonra basına kapalı olarak İlçe Yönetimiyle toplantı yapılmış, orada da yönetimdeki üyeler ayni şeyleri söyleyince; yani, iktidarın, tütüne, bizden iyi fiyat verdiğini tekrar etmesi üzerine, milletvekilimiz,”İyi de verseler, kötü diyeceğiz; kötü de verseler, kötü diyeceğiz” diye gürlemişti. O zaman BSN. Hazretlerinin “Euzübillahi mineşşeytani ves-siyase..” sözünü daha iyi idrak ettim.

Dünyanın gözünün içine baka baka Afganistan’ı, Irak’ı işgal eden; işgal gerekçesi olarak iddia ettiği nükleer silahların tozunu bile bulamayan zalim bir devlete karşı bütün dünya korkudan veya nemelazımcılıktan susuyorsa söylenecek bir şey kalmamıştır. Allah bizlere iz’an versin.

Avrupa’nın ortasında Bosna’da insanlar katledilip namusları payimal edilirken, bütün insanlık susuyorsa; İngiltere’nin, dünyanın diğer ucundaki sömürgesine sözünü geçirmek için gidişini alkışlayanlar Afrika’da insanlar açlıktan ölürken kılları kıpırdamıyorsa, “Durdurun dünyayı, inecek var, burada yaşayamayacağım.” diye bağırmak, en güzel söz olsa gerek.

Bir devlet geçmişte bir zalim eliyle müthiş zulme uğrarken insan olan insanlar ağlamıştı. Hala o günlerin filmlerini ağlayarak seyrederiz. Şimdi ise zulme uğrayan o millet sanki hiç ders almamışçasına büyük bir çoğunlukla başkalarına ayni zulümleri dini kılıf da uydurarak gerçekleştiriyorsa; bunun karşısında bütün dünya, cumhuriyetçi, demokrat olduğunu iddia eden parlamenterler, meclisler, ilim adamları, üniversiteler, öğretim üyeleri, yazarlar, insan kılığında duran herkes nasıl susuyor, feryat etmiyor bir türlü anlamıyorum. İdrakim yetmiyor.

Telaviv sokaklarında devletinin coplarına rağmen “Filistin’deki zulme son verelim” diye bağırmasalar, Irak’a batı ülkelerinden bile Canlı Kalkan olarak Amerikan ve İngiliz askerleri önüne kendini atamak için gidenler olmasa insanlığımızın şerefi payimal olacak.

Kendimden utanıyorum. Dua etmek dışında bir şeyler yapamamaktan kahroluyorum. Bazen acaba ben de oralara savaşmaya mı gitmeliyim diye bile düşünüyorum. Ama olaylar o kadar karmaşık ki Saddam zalimine karşı mı savaşmalı; onu yok etme ve BOB bahanesiyle gelen zalimlere mi, insan şaşırıyor. Filistin’e mi, Lübnan’a mı, Afganistan’a mı, Afrika’da açlık çekenlere mi, Deniz Feneriyle kendi topraklarımızdaki perişanlara mı, Doğu Türkistan’daki ezilen kardeşlerimize mi, Tusunami veya depremlerde mahvolanlara imkanları olduğu halde yardım edemeyen Obezite hastası ruhsuzlara mı koşayım.

Bütün bunlar karşısında Hakkın Hatırını Âli tutamayan, Rektör Seçimi gibi sistem kargaşası olan, büyük devletlerin elinde perişan Birleşmiş Milletler Teşkilatına mı; çoğu zaman hiç ses çıkaramayan İslam Ülkeleri Konferansı gibi isimler alan Örgütlere mi, nereye koşayım. Rabb-i Rahim, Âdil-i Mutlak yardım etsin inşallah.

Kendi ülkemde durmadan yapılan ihtilallere karşı sokaklarda avazım çıktığı kadar bağırmak, coplanmak, hapislere düşmek pahasına haykırmak istiyorum. Elimden gelmiyor, ağlıyor, dua ediyorum. Televizyonlarda, gazetelerde gördüğüm bu ve buna benzer uygulamalar beni kahrediyor.

“Merkez-i hâke atsalar da bizi arz-ı küreyi patlatır da çıkarız” diyen birilerinin sesini duymak istiyorum, duyamıyorum.

Memleket için gizli teşkilatlar olarak Hasan Tahsin gibi güzel şeyler yapanların güçlenir güçlenmez mafyalaşıp, değişik haltlar yemesi de iyice dermanımı kesiyor.

80-90 yıl önce beraber yedi düvelin zalimlerine beraber karşı geldiğimiz yüzyıllarca beraber yaşadığımız bizim vatandaşlarımızla aramızı açan ırkçı uygulamalara, her iki tarafta yapılan yanlışlıklara kahroluyorum. Ama Avusturya’da seçim kazanan bir ırkçıya karşı dünyanın ayağa kalkmasına, onu iktidara getirmemesine bayılıyorum.

Hitler, Musoloni, Lenin, Troçki gibilerle, dünyanın % 80 gelirini gasp ederek insanların kanını emen alçaklara söylenen her söz, yapılan her medeni çalışma beni ümitlendiriyor.

Birbirine düşürülen farklı siyasi görüşteki gençlerimizin bütün öldürülenlerine yanıyorum. Belki daha hür, daha demokrat bir zeminde onlar memleketimize neler kazandırabilirdi diye yanarak feryat ediyorum

Bazen Üniversitelerde solcu olduğu iddia edilenlerin, milliyetçi olduğu iddia edilen bir başka grubun kafasına tekme atmasına ağlayıp, bağırıp çağırıp tepki gösterirken; bir başka üniversitede bu sefer milliyetçi oldukları söylenenlerin solcu olduğu iddia edilen ayni memleketin çocuklarının kafasına kaldırım taşlarıyla vurmasına ayni tepkiyi göstererek feryat ediyorum. Beni oğlum bile hayretle izliyor. Çünkü ona da okuduğu üniversite pek fazla bir şey vermemiş. Hatta bizim kazandırdıklarımızı da zedelemiş; perişan etmiş.

Ailelerde de ayni haller var. Tahsilli ve dindar bir bey eşini dövebiliyor. Eşine, çocuklarına söz hakkını çok görüyor. Okullarda eğitici kol çalışmaları atlanıyor. Müşterek yaşamanın, demokratlığın gereği tatbik edilerek öğretilemiyor. Öğretmen ve idarecilerin öğrencilere, evlatlarımıza karşı, basına akseden davranışları bizi korkuturken, aksetmeyenlerle hangi boyutlarda olduğunu öğrenmekten bile korkuyorum.

Parlamentoda, bu kadar garip insanların nasıl olabildiğini sorduğum, millet vekilliği yapmış bir arkadaşıma, yanımızdaki arkadaşlar yardımcı oldular. Bir öğretmen arkadaşım,”Okullarda çocuklarımızı ne kadar demokrat yetiştiriyoruz. “ dedi ve öğrencilerin nasıl bir ortamda yetiştiklerini anlattı. Bir esnaf arkadaşım, sanayide çırak ve kalfaların dayak ve ağır laflar altında güya nasıl yetiştirildiklerini, demokratlığın tam aksinin nasıl gerçekleştiğini ekledi. Bir diğer arkadaş da askerlikte yaşadıklarını anlatmaya çalıştı. Bir öğretim üyesi kardeşim ise üniversitedeki baskıcı, gayr-i demokrat zemini örneklerle ortaya koyunca, parlamenterimiz ”İşte bu merhalelerden sonra parlamentonun başka bir şekilde oluşmasını nasıl düşünürsünüz” deyiverdi.

Amerika Başkanının yanında başörtüsüyle oturabilen bir Başbakan eşinin Cumhurbaşkanımızca köşke çağrılmayışını çok yadırgıyor, üzülüyorum. Bir başka başbakanın seçilen bir milletvekilinin başörtüsüyle meclise girmesi karşısında; hukuku değil de, özel çıkarılmış kanunu esas alarak adeta çıldırışını, ağlayarak ve dehşetle seyretmiştim. Çok ama çok üzülmüştüm.

Başyazar hüviyetindeki bir yazarın başörtülüler için ”Şu kadar para verseniz şunu, şu kadar verirseniz şunu yapabilirsiniz” deyişini hala utanarak, ıstırapla hatırlıyorum. Şu kadar Ayet ve şu kadar Hadisin yanında, şu kadar ilim adamının eserlerine, binlerce delile rağmen ilim adamı olduğu söylenen birisinin “Sümerlerde bu örtü şöyle ahlaksız kadınlara aitti, bunun kaynağı budur” diye ilmî bir kehanette (!) bulunulan bir ülkede, ilahiyatçı olsun olmasın ilim adamlarının sus pus olmasından dolayı ıstırapla yaşıyorum. İnsan haklarının en başında gelen inancını yaşamakla ilgili bir teferruatın bile böyle değerlendirilmesine akıl erdiremiyorum.

Ama bir liman işçisinin halk tarafından Cumhurbaşkanlığına kadar taşınmasını alkışlıyorum. Ancak Sabancının katilini hala korumaya çalışan şu ülkeyi lanetleyerek kınıyorum. Güney Afrikalı halk kahramanının liderliğe gelişini heyecan ve hararetle karşılarken; dünyadaki zulümler karşısında susan bütün güçleri, Birleşmiş Milletler de olsa, parlamentolar da olsa, Üniversiteler de olsa nefretle karşılıyorum. Müslümanlardan Haçlı Seferleri için özür dileyen şu Papanın arkasından dualar ederken, İslam’ın, insanlığın güneşi bir Nura bütün müntesiplerini hiçe sayarak, ilmi ve tarihi hakikatleri ters yüz ederek utanmadan güya laf söylemesini nefretle karşılıyorum.

Bazen azınlığın tahakkümüne, bazen çoğunlun tahakkümüne sırf kendi menfaatleri için razı olan, bu konuda hiç hassasiyet göstermeyen; ancak bütün bunları yaparken kendi menfaatinden asla taviz vermeyi düşünmeyen, menfaatleri konusunda çok hassas olanlar bütün insan geçinenlerden iğreniyorum.

İsterlerse; bir ilçede bir cemaatin idare ve organizesi, hizmetlerinin ifası için büyük bir kalabalık içinden vazife için seçilenler, Meşveret Heyeti olarak toplanma yerlerini, seçilemeyen diğerlerine duyurarak; toplantılara katılmak isteyen, vazife almak isteyen, fikir beyan etmeyi düşünen, çalışmaların takibini arzu eden herkesi, isteklerini karşılama hususunda memnun ederken bu kadar zaman geçmesine rağmen hala siyasetin açıklarını insanlık için bilerek dolduramayanlara, doldurmayanlara yazıklar olsun.

Filan güzel sesli şarkıcıyı, filan yakışıklı artisti o sahada hiçbir birikimi olmadığı halde milletvekili yapmaya kalkan vatandaşlarımızı hayretle karşılayıp, onlardan daha dikkatli davranılmasını isterken; birikimi olan, layık olan her vasıftaki vatandaşımızın elbette devletimizi yönetmesine taraftar olduğumu da söylemeden edemeyeceğim.

Ayrıca, birileri gibi, “Cahil çoğunluğun, yüksek yaratılışlıları, bir yerlere seçilirlerken, oylarıyla desteklemesinin, tasdikinin gerektiği” fikrine tam katılamadığımı da söylemem lazım. Bir zamanlar bu fikrini M… gazetesinde ilmî bir veri olarak yazan ve daha sonra maalesef Demokrat bir partiden Bakan olan bir beyefendiye çok şeyler söylemek için arkadaşlarla günlerce uğraşmış, ancak bir türlü ona ulaşamamıştık. Gerçi ulaşabilseydik ne kadar tesirimiz olurdu bilemiyorum.

Hanımını, çocuğunu, öğrencisini döven; onlara fikir beyan etme hakkı vermeyen; komşusuyla bile bir türlü geçinemeyen herkesi iz’ana davet ediyorum.

Seçimle halife olan 4 halifeyi dualarla anarken; seçimleri her türlü entrikayla iç eden bütün kuvvetleri lanetliyorum. Hatta devamlı Cemaatten bahsettiği halde, bir türlü cemaat olunmasına razı olmayıp layık olanlara hakk-ı hayat tanımayanlara Allah iz’an versin diyorum.

Meşveretle yaşayan bir Peygamberin, meşvereti emreden Kur’an adlı bir ilahî kitabın müntesibi olarak, bu Şuralar, Meclisler asrında Müminleri, Müslümanları inançlarına uygun olarak Meşrutî bir Meş’ruiyet için hem de hayatın her seviyesinde uygulanmak üzere daha gayretli olmaya, kaliteli insanların çoğalması için çok daha fazla çalışmaya, fedakarlığa, azimli olmaya çağıyorum.

Hayatın ve her şeyin bizim inanç ve davranışlarımıza, taleplerimize, fiillerimize göre Allah tarafından şekillendirildiğini bilen birisi olarak herkesi doğru İslamiyet’e ve İslamiyet’e layık bir doğruluğa nefsimle beraber davet ediyorum

Cumhuriyet Bayramında adeta esir gibi hukuk dışı hapishanede tutulan BSN. Hazretlerinin o günlerde bayrak asmasını; hakime, karıncalara çorbasının tanelerini, onlar Cumhuriyetçi oldukları için vermiştim” demesini alkışlıyorken; bir türlü müşterek yaşamayı öğrenemeyen, başkalarının haklarını külli bir akılla değerlendiremeyen, bütün tecrübe ve ilmî verilere, beynelmilel hukuk kaidelerine, insan hakları ile ilgili bütün bildirilere rağmen diğer insanların aslî haklarına asla riayet etmeyen, edemeyen herkesi insanlığa davet ederek Hakiki ve Doğru Bayramlara ulaşmak niyetiyle CUMHURİYET BAYRAMINIZI tebrik ediyorum.

  09.11.2006

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut