“Peygamberlerin Aşkları” mı, “Peygamberlerin Aşıkları” mı?

HÜSREV ABİ “Üstadım siz olmasaydınız, biz ne yapardık” demiş. Üstad da “Asıl siz olmasaydınız ben ne yapardım” demiş... Şu kadar yıldır risale okuyorum. İslam’ı Risale ile tanıdım diyebilirim. Bir çok yanlış kanımı Risale ile değiştirebildim. Eğer Risale dışında başka bir kaynak vasıtasıyla İslam’ı tanımış olsaydım, İslam’ı kabul etme, en azından yaşama noktasında ciddi sorunlar yaşayabilirdim. Bunu söylerken başka meslek ve meşreplerin üslubunda sorun olduğunu ima etmiyorum. Haddi zatında Rabbimiz İslam dairesi içinde her fıtrata uygun bir meşrep halk etmiş. Bana öyle geliyor ki, benim fıtratım da Risale meşrebine uygun yaratılmış. Bundan dolayı Risale’yi bir başka önemsiyor, bundan dolayı “Acaba Risale olmasaydı ben ne yapardım?” diye Rabb’ime şükrediyorum. O olmasaydı ihtimal ki ben hiçbir meşrep ve mesleğin içerisinde olamazdım. Tabir yerinde ise, Gazali’den İmam-ı Rabbani’ye, Muhyiddin-i Arabi’den Mevlana’ya.... kim gelirse gelsin ben yine kendi bildiğimi okumaya devam ederdim. Her ne kadar “Mevlana Bediüzzaman devrinde gelseydi Risale’yi yazardı. Bediüzzaman da Mevlana döneminde yaşasaydı Mesneviyi yazardı” desem de, bu durum değişmezdi.

Said Nursi’yi gerek çağdaşları ile, gerekse de içinde Gazaliler’in, Rabbaniler’in, Muhyiddinler’in, ve Mevlanalar’ın bulunduğu İslam geleneği ile karşılaştırdığımda apayrı bir yerde görüyorum. Bu karşılaştırmalarda İslam birikimimin eklemlenerek ilerlediğini, evliya, asfiya, alim... arasında bir halef, selef ilişkisinin olduğunu görüyorum. Ama Said Nursi’yi bu birikim içinde net olarak bir yere koyamıyorum. Birileriyle halef-selef ilişkisi içinde göremiyorum...

Kalemin serüvenine baktığımızda genelde kalem ehlinin üç dalda ürün verdiğini görüyoruz: Ya aşkla hüsün, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. “Aşkla hüsün” tarzının, ilk elden, içkin bir dille ve kalbi muktesebat ile dinin nispeten tasavvufi yorumunu içerdiğini söyleyebiliriz. Yine “hamaset ve şehamet” tarzının aktivist bir dille ve akli muktesebat ile dinin nispeten milli/etnik yorumunu kapsadığını söyleyebiliriz. “Tasvir-i hakikat” tarzının ise gerçekçi bir şekilde, insanın bütün manevi cihazatının muktesebatı ile dinin nispeten daha dengeli Kur’ani yorumunu kapsadığını söyleyebiliriz. Her üç tarzın da başta tarih ve coğrafya faklılığı olmak üzere bazı değişkenlerin etkisiyle kişiden kişiye, coğrafyadan coğrafyaya, milletten millete değiştiğini de hatırlatmalıyız.

Kadim İslam geleneğinde her üç tarzda da eserler verilmiş. Ama ağırlığın “aşkla hüsün” merkezinde olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Mevlana “Aşkla hüsün” tarzında eserler vermiş. “Aşkla Hüsün” günümüzde de etkisini sürdürüyor. Gün geçmiyor ki piyasaya aşkla ilgili yeni bir kitap çıkmasın. “Muhabbet/Aşk” o kadar çok muhatap buluyor ki, hemen her eli kalem tutanının aşk hakkında bir yazısı, hemen herkesin aşk konusunda söyleyeceği bir şeyleri oluyor. Her ne kadar Mevlana’nın dile getirdiği aşkla bu günkü kalem ve kelam ehlinin anladığı aşk arasında çok büyük farklar varsa da durum böyle. Aşk her devirde geçer akçe olduğu gibi, bu gün de geçer akçe. İhtimal ki insan var olduğu müddetçe bu durum böyle sürüp gidecek...

“Aşk” ve “Aşık” kavramlarının her kişi de karşılığı farklıdır. İnsan sayısınca “aşk” ve “aşık” tanımı vardır. Bediüzzaman’nın ki başkadır, Rabbani’nin ki başkadır, Mevlüd’ü yazarı Süleyman Çelebi’nin ki daha bir başkadır. Yine Mecnun’nunki başka, Ferhat’ınki başkadır. Hatta Aslı’nınki başka, Kerem’inki başkadır.

Şu var ki, her aşık için “aşk” can, “aşkı” candan özge candır. Gerçi bazılarımız için aşk hakir, eline yüzüne bakılmaz, aşağılık bir şeydir. Diğer bazılarımız da “aşkla” aşkı reddeder. Bazılarımız sonuna kadar “aşkla” aşkın bir alternatifi ve ikamesi olarak “şefkat”i savunur. Kimimiz de aşkı aşıkla sınırlar, aşkın bir çok çeşidine tenezzül etmez.

Kişiden kişiye aşk tanımları değişir; doğru. Benim için “aşk” Üstad’ın deyişiyle “şiddetli muhabbettir”. İkame edilebilen hiçbir şey şiddetli muhabbete değmez. Zaten hemen her şey şiddetini/haddini aştığında aksülamel etmez mi?

Buradan bakılınca bu günkü aşklar “şiddetli muhabbet” sınıfına giriyor gibi. Bunun için de zaman zaman sıkıntılı durumlar oluşabiliyor. Nasıl oluşmasın ki... Üstadım İmam-ı Rabbani (ra) gibi “tasvir-i hakikat” mesleğindeki mübarek bir zat bile Yakup Peygamberin oğlu Yusuf (as)’a karşı “yüksek derece-i şefkatini” “muhabbet/aşk” olarak algılamış. Üstadın ifadesi ile “tekellüflü bir tevil” yapmış. Yine Mevlid yazarı Süleyman Efendi makam-ı mahbubiyeti yanlışı anlamış, Rabbimizin Efendimize karşı halini “Ben sana aşık olmuşum” tabiriyle beyan etmiş. Oysa, Üstadın deyişiyle “Bu tabir şe’n-i Rububiyete münasip olmayan manayı hayale getiriyor, en iyisi, şu tabir yerine: “Ben senden razı olmuşum” denilmeli” idi.

Bütün bunları niçin mi söylüyorum? Bu yakınlarda “Peygamberlerin Aşkları” isimli bir kitaba rastladım. İlk baskısını 25.000 yapan kitabın tanıtımında “Yaşanmış en güzel ve kutsal aşklar” sloganı tercih edilmiş.

Konu “Peygamberlerin Aşkları” olunca bir nur talebesi olarak, Üstadın İmam-ı Rabbani’ye ve Süleyman Çelebiye getirdiği şerhler nevinden şerhler getirmemizin yadırganmayacağını umuyorum.

İlkönce belirtelim ki yazarın samimiyetinden şüphe etmiyorum. Peygamberleri tanıtmaya ve sevdirmeye gaye edinen bir eser ortaya koyan kişiye ancak saygı ve muhabbet duyulur. Ben de saygı ve muhabbet duyuyorum. Yine de kafama takılan bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim.

Galiba bir tashih hatası sonucu kitabın adına “Peygamberlerin Aşıkları” yerine, sehven “Peygamberlerin Aşkları” denilmiş. Şüphesiz peygamber ve aşk kavramları bir cümle içinde geçtiğinde peygamberlerin özne mi, nesne mi, yoksa yüklem mi olduğu önemlidir. Bu değişken durumlara göre aşk veya şefkat duygusundan birini tercih ederiz. Hal böyle olunca aşk ve şefkatin ne tür bir hali anlattığını bilme lüzumu ortaya çıkar. Aşk ve şefkat için insan sayısınca farklı veya birbirini tamamlayan tanımlar yapabileceğini yukarıda belirtmiştik. Biz sadece bu iki kavramın birbiriyle ilişkisine gönderme yapan bir tanımla yetinelim. Bu anlamda aşk aciz, güçsüz, muhtaç olan bir kişinin kendinden daha güçlü, kudretli olan bir kişiye karşı duyduğu şiddetli meyil ve muhabbettir. Şefkat de ise durum tersidir. Yani güçlü, kudretli olan kişinin kendinden daha zayıf olan kişiye karşı hissiyatıdır. Misal; çocuğun annesine karşı olan meyli aşk, annenin çocuğa karşı olan meyli şefkattir. Bütün alemin, bütün peygamberlerin Efendimize karşı duyduğu meyil ile, Efendimizin Rabbimize karşı duyduğu meyil aşk, Rabbimizin Efendimize ve onun şahsında bütün aleme karşı duyduğu meyil ile, Efendimizin ümmetine ve bütün alemlere duyduğu meyil şefkattir. Rabbimiz Efendimiz’den, Efendimiz de bütün peygamberlerden ve bütün alemlerden ne kadar üstünse, şefkat de aşktan o kadar üstündür. Bu durumu içinde aşk geçen bir cümleye uyarlayalım. Böyle bir cümlede Peygamberimiz özne ise, yüklem Allah’tır. Efendimiz “Ben sana aşık oldum ya Rabbim” diyebilir. Rabbimiz de “Ben de sana şefkat ettim Ya Muhammed” diyebilir. Bütün peygamberler özne ise yüklem Efendimizdir. Bütün Peygamberler “Biz sana aşık olduk Ya Muhammed” diyebilir, Efendimiz de “ Ben de sizlere şefkat ettim” diyebilir.

Rabbimiz bir hadis-i kudside Efendimiz Muhammed Mustafa (Sav) için: “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” demiş... Bende de Resulallah’a muhabbet, Üstad’a tebaiyyet olmasaydı bu şerhi getirme ihtiyacı duymazdım...

Yazarın samimiyetinden şüphemiz yok. Hadd-i zatında benzer hataları bizler de yapmışızdır. Halen de yapıyoruzdur. Yine de yazar yeni baskılarda bizim naçizane uyarımızı dikkate alırsa memnun oluruz. Ne de olsa mevzu hepimizin aşık olduğu Peygamberler... bu vesileyle haddimi aşan bir ifade kullanmışsam kitabın yazarından helallik dilerim.

  03.10.2006

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut