‘Özel Alan’a Övgü

‘ÖZEL ALAN’ vurgusu, kaybettiğimiz mevzilerimizi tekrar geri alma niyetiyledir. Bir önceki yazımdaki ‘kamusal alan’la ilgili yakıştırdığım niteleme ile ilgili bazı dostlarım, özellikle hanımları, şımarıklıkla itham ettiğimi zannetmişler.

Gerçekte ise, ne erkekleri ne de genel olarak hanımları şımarıklıkla itham eden değil, dışarıda bizi çağıran ‘kamusal’a ait bir nitelemede bulunmuştum. Yani bizi şımarıklığa çağıran ‘dışarı’dadır. Belki dışarının şımarıklığına en çok aldanan onlar olabilir. Ama sorun, sadece hanımların sorunu değil, sorun erkeklerin sorunudur. Öncelikle erkekler, kendisini kamusalın kucağına atmamalıdır. Atmışsa, hanımların yapması gereken, erkeği kamusalın kucağından kurtarmaktır. Yoksa kendisi de çare olarak kendisi kamusalın akıntısına kendisini kaptırmamalıdır.

İçimizdeki şımarıklığı, dışa vuran, kamusalın kendisidir. Zira, ‘dışarı’sı, en yakınlarımızın bile bize katlanamayacağı şeylere katlanıyor, en yakınlarımıza bile gösteremediğimiz ilgiyi bizden görüyor.

Bu yüzden, ‘özel alan’ımızdaki bir çok kalemiz, içeriden fethedilmiş, bir çoğunu ise kamusal’a kaptırmışız.

Hiçbir sınırı belli olmayan bir ‘kamusal alan’, sınırları belli olan özel alanımıza tecavüz etmiş ve bizi kendimiz olmaktan çıkarmıştır. Evimizin dışında olduğunu zannettiğimiz ‘kamusal alan’, sonunda evimizin içini de kendi sınırlarına dahil etmiş ve bizler bütün ‘dışarı’da olup bitenden haberdar ediliyoruz.

Evimizdeki ajan, sadece dışarıda olup biteni bize aktarmıyor. Sadece ‘dışarı’ya, ‘kamusal alan’a çıktığımızda bize nasıl davranmamız gerektiğini bize aktarmıyor. Aynı zamanda, evde de nasıl davranmamız gerektiğini bize dikte ediyor. Öyle ki, TV’ler bütün davranış kodlarımızı belirliyor. Hadd-i zatında, özel davranış biçimleri şeklini değiştiriyor, kamusal davaranış biçimlerine evriliyor. Söz gelimi, şefkatle birbirine davranması gerekenler, biribiriyle resmi bir şekilde görüşür hale geliyor, iletişim biçimi aile eksenli olmaktan çok, toplumsal hale gelmiş. ‘Evde nasıl mutlu olunur’ sorusuna çalışmaktan ziyade, çoğu insan ‘toplum ne der’ korkusuyla yetişiyor. ‘Nasıl giyinirsem daha iyi olur?’ sorusunu çoğu kere, ‘dışarı’nın şartları belirliyor. Bu bazen hiçbir devlet gücüyle desteklenmemiş bir moda rüzgarı olabiliyor; bazen de devlet gücüyle desteklenen bir yasal güçle korkutarak oluyor. İster devlet gücüyle ister moda rüzgarıyla olsun, her hal-u karda, kamusal bir güç, bizim nasıl giyinmemiz gerektiğini, nasıl konuşmamız gerektiğini belirliyor.

Anne-babamıza, eşimize, çocuklarımıza, kardeşlerimize, komşumuza ve akrabalarımıza nasıl davranmamız gerektiğini bize her gün şırınga ediyor. Sanki, sadece dem ve damarlarımıza işleniyordu, DNA’larımıza işliyordu, genetik kodlarımız değiştiriliyor.

Anne-babamızı bir yük olarak niteleyip, onları evimizden dışarı atmıştık. Evimizde ‘büyük aile’den sadece ‘Çekirdek aile’ geriye kalmış. Bu gün onu da dışarı kovmuştuk. Tüm aile bireyleri soluğu dışarıda alıyor.

Baba, çoğu zamanını işlerine vermiş, arta kalan zamanını ise kamusalın eğlence mekanlarında harcıyor. Erkek, eşine ayıramadığı zamanlarını işine veriyor. Kadın, kendi evinde, kendi mekanında canı sıkılıyor ve dışarıda kendisini çağıran vitrinlere, ‘ekonomik özgürlüğe’ dışarının cazibesine kendisini kaptırıyor. Küçük çocuklar, kendisinden ‘bir müddet kurtulmak’ için, kreşlere ve ana okullarına terk ediliyor. Kısaca tüm aile, antenlerini ‘dışarı’ doğru çevirmiş durumda.

Bebeklik çağındaki çocuklar da dahil olmak üzere, ailenin tüm fertleri, TV’lerdeki dizilerin ve reklamların etkisiyle yoğruluyor. Özellikle evde oturan hanımlar, çocuklarını teskin etmek için TV uyuşturucusunu kullanıyor. Çocuk ağlıyorsa, hemen etkileyici bir reklam bulup seyrettiren anneler bile var. Çocuk, annenin kendisine zaman ayırmasına müsaade etmiyorsa, hemen bir TV dizisi açıp, kendisini biraz rahat hissedenlerimiz maalesef var.

Oysa ki, ilk bebeklik çağlarında çocuğun TV’lere emanet edilmesi, daha sonraları telafisi imkansız zararlar doğurmaktadır. Çocuk TV’lerde tartışmayı, kavgayı, tüketizmi, aile içi ilişki biçimlerini, şiddeti vs. daha bir çok olumsuz şeyi öğrenmektedir. Hatta bir çok çocuk, boşanma fikrini ilk çocukluk yıllarında öğreniyor ve bunu kendi anne ve babasında olur korkusuyla yaşıyor. Boşanma fikri çocuğu öylesine etkilemiş ki, anne ve babası ne zaman tartışsalar hemen bunun bir boşanmaya yol açacağını ve ikisinden birinin kendisini terk edeceğini düşünüyor. Aile içi tartışma, büyükler için sıradan normal bir şey iken, çocuklarda oldukça yıkıcı etkilere sahiptir. TV’lerde öğrenilenlerin çoğu, başka bir eğitimle değiştirilmesi oldukça zor, hatta imkansızdır. Çocuk, birebir insan ilişkilerini öğrenmiyor, kamusal ilişki biçimlerini öğrenmektedir.

‘Dışarı’ya sadece eğlencelere gidilmiyor. Aile içi eğitim de dışarıya havale edilmiştir. Ne ilk çocukluk yıllarında, ne de ileriki ilk ve orta öğretimde, aile’nin çocuğun eğitimine katkısı çok azalmıştır. Kimliğini henüz bulamamış bir eğitim sisteminden yetişen öğretmenler, kreşlerde ve ileriki yaşlardaki çocuklarımızı eğitiyor.

Böyle olunca, bütün aile bireyleri, ‘dışarı’nın açık etkisine maruz kalmaktadır. Bizler ‘özel alan’ımızda, kamusal ilişki biçimlerini öğrenmişiz. Basit tartışmalarda hemen ‘dışarı’nın yolunu tutuyor, ‘içeri’de çözülmesi mümkün olan basit tartışmalarımızda hemen boşanma fikri aklımıza geliyordu. Yıllarca birbirinin yanında olmuş, ‘yaşlı evli’ler de artık boşanıyor. Onlarda da birbirine tahammülü kalmamıştır.

Özel alanımızda aile içi ‘birlikte yaşama direnci’ kırılmıştır. Aileler, daha kuruluş aşamasında, ‘ya boşanma olursa!’ fikrine göre kurulmaktadır. Bir çok evlilik adayı, ‘ya boşanma olursa!’ korkusuyla evliliğe soğuk bakıyor ve bunu ertelemektedir. Kamusalın içimizdeki ajanı, direncimizi kırmıştır. Bu yüzden, bütün ‘dış etkiler’e açık hale gelmişiz.. Bütün toplumsal virüsler, her an kapımızı çalıp bizi yerlere serebilecek nitelikte.

‘Dışarı’ya karşı direncimizi yeniden oluşturmak zorundayız. Zira, böyle giderse hiçbir özel alanımız kalmayacak. Direncimizi yeniden tesis için, kendi içimize dönmemiz gerekiyor. ‘Özel alanımızı’ korumak için, kamusal alanın etkisinden daha az etkilenmeliyiz. Bunun da yolu, ilk önce ‘kendimize ait bir özel alan’ımız olduğunun farkına varmaktır..

Sonra da kaybettiğimiz özel alanlarımızı tek tespit edip, bunları geri almanın yollarını araştırmalıyız. Zamanımızı kamusal dipsiz kuyusunda harcamamalı, kendimize ait varlıkları keşfetmeye adamalıyız.

Özellikle ehl-i dinin kamusal alanda çok beklentisi olmamalı. Zira, ‘kamusal alan’ dinin de nasıl yaşanması gerektiğini belirliyor. İletişim vasıtalarının etkisiyle, ‘kamusal alan’ın etkisi sadece devlet sınırlarıyla kalmıyor, özel alanımızı daha çok tahrip eden bir ‘uluslar arası kamusal alan’ her türlü davranış biçimimizi tehdit ediyor.

Övgümüzü kendi ‘özel alan’ımıza yapmalı, sevgilerimizi ‘özel alan’ımızda paylaşmalı, şefkatimizi önce birbirimize dağıtmalıyız. Aksi halde, ‘dışarı’ya saldığımız sevgiler, övgüler, kamusalın çoraklığında buharlaşıp gidecektir.

  11.09.2006

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut