Sahipsizlik ‘Duygu’su Yada ‘Duygu’suz Kalmak

ÖVÜNEREK, KADINLARI nasıl baştan çıkardıklarını anlatıyordu. Onunla beraber, kadınları, özgürlüğüne kavuşturduğunu düşünüyordu.

Öylesine onları özgürlüklerine kavuşturmuşlardı ki boşanmalarına ön ayak olmuşlardı. Hatta, boşanma fikri, bir çok kadının aklına bile gelmezken, toplu boşanma eylemi yapıp, boşanmanın ne denli bir özgürleşme olduğunu cümle aleme ilan etmişlerdi.

Genellikle, bir erkeğin himayesine muhtaç olarak yaratılan kadını, himayesiz bırakmışlardı. Kadın, başıboş ve sahipsiz kalmıştı. Onu, kendi tabiatına meydan okuyacak hale getirmişlerdi. Tabiatı, bir erkeğin himayesine muhtaç olsa bile, bu ihtiyacını gidermemişlerdi. Hem de onu, birinin himayesinden kurtarıp ne olduğu belirsiz bir‘kamusal’ın himayesine vermişlerdi.

‘Birine ait olmak’ gibi güzel ve fıtri bir duyguyu bozup, kimseye ait olmamak gibi bir fantezi üretmişlerdi. ‘Sahiplenme’ duygusunu yerle bir etmişlerdi. Kimse onları sahiplenemezdi, erkek bile olsa, kimse kendilerini sahiplenemezdi. Hem kendileri de her şeyi sahipleneceklerdi.

Hiçbir şeyin sahibi yoktu, bütün bir evren sahipsizdi! Bu yüzden, onların da sahibi yoktu, olmamalıydı da. Çünkü ‘birine ait olmak’ bir ayak bağıydı. ‘Evlilik’ bir ayak bağıydı. Özgürlüğü engelleyen bir kurumdu. Aile, evde olmamalıydı, aile evden kovulmalıydı

Kadınları, evinden dışarı çıkarmıştı. Evler, sahipsiz kalmıştı, değersiz kalmıştı. Çünkü ‘ev’e değer katan kadının kendisiydi. Çocuklar sahipsiz kalmıştı. Evin bir direği, yıkılmıştı. Diğer direği olan erkek eş ise, zayıf bir sütun olarak kalmayı kabullenmişti.

Kadının adı, artık vardı. İster boşanabilir, isterse birden fazla insanla hayal kurabilir, sınırsız fanteziler üretebilirdi. Özgürlüğü uğruna başkalarının hayatını mahvedebilir, aşkı ve özgürlüğü için, nice ailenin hayatını çökertebilirdi.

Bedeni artık kendisinindi. Bir erkek uğruna bedenini, hapsetmeyecek ve kalbini sadece birisine hasretmeyecekti. Kocasının cinsel metaı olmayacaktı. Herkesin ‘cinsel dürtüsünü harekete geçiren’ bir meta olacaktı. O, sadece birine ait olmayacak, herkese ait olacaktı.

O, herkesi sahipsiz olmaya çağırıyordu. Hiçbir şeyin sahibi yoktu. Dünya sahipsiz, evren sahipsiz, duygular sahipsizdi.

Bu gün, o da sahipsiz kalmıştı. Kendisine ait olduğunu zannettiği bedeni, elinden alınmıştı. Üstelik, herkesi kendi bedenine sahip çıkmaya çağırdığı kadınlar da onun bedenine sahip çıkamamışlardı.

O şimdi, bedeninin kendisine ait olmadığını anlamıştı. Ancak, bunu kimseye anlatamıyordu artık, çünkü sesi çıkmıyordu artık. Ve bunu bilmesi de hiçbir işe yaramıyordu. Kimse de onu duymuyordu. Kadınlar, hala ona ‘duygu’ diyordu. Oysa ki artık ‘duygu’suz kalmışlardı.

Özgürlüklerine kavuşmuşlardı, ama özgürlüğün dışındaki her şeylerini yitirmişlerdi. ‘Evdeki sadık yar’i, ‘ebedi hayat arkadaşı’nı, ‘kendisine her an teselli verecek bir’ini, ‘çocukların anne ve babası olma’yı ve her şeyden önce ‘sıcak bir aile yuvası’nı kaybetmişlerdi.

Özgürlüğün bedeli ağır olmuştu. ‘Ev’den dışarı çıkan sadece kadın değil, erkekler de ‘ev’den dışarı çıkmıştı. Bir yuva olması gereken aile, basit menfaatler üzerine kurulmuş bir ‘toplumsal kurum’a dönüşmüştü. Sevgi, içinde sadece cinsellik menfaatinin bulunduğu ve düşünüldüğü bir ‘aşk’a dönüşmüştü. İçinde sonsuz bir Sevgiliyi barındıran kalp parçalanmış, vicdan karalara bürünmüştü.

Oysa ki, ‘insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.’

‘Evet, bir işte mütehayyir(tereddütte) kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki(şefkatlisi), ‘kısmı sani’ ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı(geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden(tamamlayan), suri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlak-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olmasıdır.’1

Yokluktan varlık alemine atılan insan, yalnız olarak hayata adım atar. Kendi gücüyle her şeyi halletmeye çalışır, kendisini kendisine sahip zanneder. Bakar ki, tek başına hiçbir şeyle mücadele edemiyor ve hiçbir şeye güç yetiremiyor. Kendisini sahipsiz düşünmeye başlar. Sahipsizlik duygusu, ona yetimane bir hüzün verir.

Sonra, kendi gücünü ölçmeye ve tartmaya başlar. Bakar ki, gücü hiçbir şeye yetmiyor. ‘Sahibinden kaçan bir köle’ olduğu için, diğer varlıklar, kendi başlarına ayakta duruyorlar zanneder. Birden, ‘kendisinin de kendi başına, ayakta duracağını’ zanneder. Bu vehim, onu ‘kendisi’ne sahip biri olma hayaline götürür. Böylece başkasına ihtiyaç duymadan yaşayacağını zanneder. Bu, zan, onu sahipsizlik duygusuna götürür. Ve bütün kainatı sahipsiz düşündüğünden, kendisini de sahipsiz görmeye başlar.

Evet, kainatı yaratıcısız, kendisini de sahipsiz düşünme, felç olmuş bir ruhun halidir. Yaratıcıya karşı özgürleşme, ‘O’nu tanıyarak, ona bağlanarak olmalı. Zira ‘insan, neye teveccüh ederse, ona bağlanır ve onda fani olur.’ Sahibini yitirmiyen yaşamak, bağlılığı kutsar ve bağlanmanın yücelme olduğunu kavrar.

Sahiplenme duygusu, ‘Her Şeyin Sahibi’nden gelen bir parıltıdır. Sahipsizlik hali ise, başıboşluktur, hiçliktir, serseriliktir.




  1. İşarat-ül İ’caz, s.1242, YAY, istanbul, 1995

  14.08.2006

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut