BİR BEBEK bakışı kadar sıcak, bir bebek yüzü kadar masum olsun ister hayatın her karesi.
Her gününde, her anında, her olayda cenneti hissetmek ister.
İstemesi de gerekir; istemese, insan nasıl cenneti özleyecek, nasıl cennete lâyık bir hayat yaşama gayreti edinecektir?
Ama dünya cennet değildir.
İnsan melek değildir.
Hâlık-ı Zülcelâl, ulûhiyetini ‘rububiyet’ perdesi altında tecelli ettirir şu kâinat sahnesinde.
Yaratılmış olan, yaratılmışlığı dolayısıyla da mutlakı perdesiz, derecesiz kavramaya kâbil olamayan insanın mutlak hakikati kavraması, nisbîlik, derecelilik gerektirir çünkü.
Güneşe bakınca gözü kamaşan, hatta körleşen insanın, güneşi aya bakarak, aynalara bakarak, denizin üstünde kırpışan damlalara bakarak, binbir çeşit eşya üzerinde yansıyan renklerine bakarak güneşi tanıması gibi bir durumdur bu.
Bu dünya ‘hakaik-i nisbiye’ dünyasıdır. Mutlak, nisbîliklerle tanıtır kendisini. Çünkü insan, O’nu ancak bu şekilde tanıyabilir.
Nisbîlik ise, hayır ile şerrin, hidayet ile dalâletin şu dünyada mezcini gerektirdiği gibi, aydınlık ile karanlığın da karışımını gerektirir.
O yüzden de, aynı konuda bin farklı fikir, binbir farklı yol çıkar karşımıza.
O yüzden de, ihtilaflar çıkar.
Doğru ve yanlış diye ikilenen umumî yolun ‘doğru’ tarafını işaretlemek de yetmez; bu defa onca farklı yol, nice farklı cadde karşımıza çıkar.
O yüzden de, ihtilaflar bir türlü bitmez.
Üstüne üstlük, melek değildir ya insan, nefis de taşımaktadır ya hani, bunlar da devreye girer; ihtilaflar daha da uzar ve daha da uzun sürer.
Ama ruhu sıkılır insanın. Daral gelir. Cenneti burada yaşamak ister. Herkesin aynı düşündüğü bir dünya hayal eder. Herkesin isabet ettiği, herkesin “İsabet etmişsin kardeşim” dediği bir dünya...
Hayır, bu, şu hakâik-i nisbiye dünyasının kârı değildir.
Hem insan melek de değildir.
Ama yine de ruhu sıkılır insanın. Daral bırakmaz yakasını. Böyle cennet-misal bir hayatın burada da yaşandığı bir zaman hayal eder.
Asr-ı Saadet’i böyle hayal eder meselâ. Zihninde böyle inşa eder. O güzel günlerde böyle güzel güzel anlaşır söyleşirken insanlar, bugün iki mü’minin farklı düşünmesinde bir ‘patoloji’ görür, üç farklı görüş dile getirildiğinde ruh iklimi küskünlüğe bürünür.
Oysa farklı düşünmek sorun değildir; doğrunun ne olduğu konusunda kavga etmek dahi sorun değildir.
Madem ki bu dünya ‘hakâik-i nisbiye’ dünyasıdır, hem madem ki insan melek değildir; bu, dünyanın ve hayatın gerçeğidir.
Nitekim, Saadet Asrında da, sahabilerin ömrü ‘canım’lar, ‘cicim’lerle geçmemiştir.
Sahabiler zamanının tarihi, aynı konuda iki farklı içtihad uğruna girişilen soylu savaşların da tarihidir.
Asr-ı Saadet’te de, mü’minler arasında az ya da çok, küçük veya büyük nice ihtilaf vardır.
Meselâ, bir Ebu Bekir ile Ömer, bir sefere komutan olarak senin önerdiğin mi isabetli, benimki mi diye Hz. Peygamber’in huzurunda kavgaya tutuşmuştur bir seferinde.
Yine Ömer, yine Hz. Peygamber’in huzurunda, Hubab b. Abdülmünzir ile kavgaya tutuşmuş; bir daha asla diye yemin ettiği halde, Hz. Peygamber’in vefat gününde, Sakîfeti Benî Saide’de Hubab’la tam kavgaya başlamak üzereyken bu kez nefesini ve nefsini tutmuştur.
İfk hadisesi hengâmında, Evs ile Hazrec neredeyse birbirine girecek olmuştur.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın eşi ve mü’minlerin annesi Âişe, ömür boyu Hz. Ali’ye gücenik yaşamıştır üstelik. Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın kızı ve Hz. Ali’nin eşi Fâtıma ise, ömrünün son altı ayında Hz. Ebu Bekir’e güceniktir. Doğru birdir; ama tarafların savunmasına bakılsa, iki taraf da haklıdır, zira bu dünya ‘hakaik-ı nisbiye’ dünyasıdır.
Bu, bütün zamanların, hatta Saadet Asrının da gerçeğidir.
Dünya cennet, insan melek değildir.
O halde bize düşen, bu dünyada cennet hayali kurarak en ufak bir ihtilafta bir taraftaki kardeşine, yahut tarafların her ikisine kırılmak değildir.
İhtilaf, bu dünyanın gerçeğidir.
Hele ümmetin ihtilafı ki, rahmettir...
O halde aslolan, farklılığı gidermek değil, zihindeki kurguyu düzeltmektir.