RİKKATLİ YÜREĞİMİN deklanşöre basıp hafıza arşivine eklediği o kareyi hiç unutamam.
Kendimi ‘genç’ olarak tanımladığım günlerdi aklımda kaldığı kadarıyla. Bir Pazar sabahı, yürüyerek düşünmeyi tercih ettiğimde genelde tercih ettiğim üzere, sokaktan sokağa zikzak çizerek ilerlemiş, en nihayeti yolumu büyükçe bir park kenarına düşürmüştüm.
Gözüm, parkın bir köşesindeki toprak sahada futbol oynayan gençlere takıldı uzun süre. Toptan ziyade, topun peşinde koşanları izledim epeyce. Eşofmanlar, şortlar, ayakkabılar, ayaklar, mimikler, hitaplar, konuşmalar...
Şimdi kimbilir kaç yaşında, kimbilir kaç çocuğa karışmış, kimbilir hangi işte olduğunu bilmediğim o yüzü, o kavruk bedeni o gün gördüm; ve hiç unutamadım.
Zikzakların sonunda karşıma çıkan bu büyük park, İstanbul’un zengin muhitlerinden birine aitti; ve durup izlediğim sırada anladığım üzere, o toprak sahada o Pazar sabahı top oynayanlar, civardaki lüks apartmanların en altında, gündüz vakti dahi lamba ışığına muhtaç bodrumlarda doğup büyüyüp şimdi genç olmuş kapıcı çocuklarıydı.
Kullananların yüklediği o aşağılayıcı anlam dolayısıyla hiç sevmediğim ama mecburen kullandığım ifadeyle, ‘kapıcı çocukları...’
O parkta belki onbeş, belki yirmibeş dakika izledim onları. Top peşinde koşarken, topa vururken, birbirlerine bağırırken, küçükten beri içlerine biriktirdikleri ukdeleri en azından o heyecan, o koşuşturma içinde içlerinden söküp attıkları, işte o yüzden o Pazar sabahı bu oyundan tarifsiz bir zevk aldıkları sezgisiydi kalbime dolan.
Hele o kavruk, o bacakları belki de bebekken yeterince güneş alamamaktan dolayı hafif eğri, belki aynı sebepten sırtı hafiften kambura meyletmiş delikanlı... Yüzündeki o ezik ifade... Ne babasında, ne kendisinde utanılacak birşey olmasa da, neredeyse yirmi yıllık bir ‘kapıcı çocuğu’ muamelesinin yüzüne öylesine yapıştırdığı o sinmiş, o mahcup, o mahzun duruş...
O yüzü hiç unutmadım.
O kavruk bedeni de...
Sırtındaki o hafif kambura ağmışlık, bodrum katındaki kolonların on küsur katlı apartmanların onca dairelik yükünü taşıması misali, on küsur katta oturan onca daire içindeki belki yüzlerce insanın davranış, bakıp, hitap edip biçimlerinin ruhunun kolonlarına yük bırakmasından mütevellit imiş gibi geldi bana.
Ama o çocuk ruhu, onca sene, takatinin üstünde o kadar yük taşımış; taşıyamamıştı işte.
Yüzündeki ifade, sırtındaki kambur, bacaklarında eğrilme, ruhuna konan o hoyrat yükün bedendeki izleri gibiydi benim için...
O gün o mahcup yüzün, o kavruk bedenin çağrıştırdığı o imge, zihnime bir yerleşti, bir daha çıkamadı.
Ne zaman bir kapıcı çocuğu görsem, onu, sırtında on küsur katlı apartmanlar taşır bir halde hissettim.
Taşın toprağın yükünü taşır halde kalsa neyse... Güneşsizliğin, gündüz vakti dahi lamba yakarak içeride oturmanın ızdırabı neyse de, hele o hoyrat bakışların, o sözümona ‘birinci sınıf’ insanların köpeğine bebek muamelesi yaparken ona köpek muamelesi yapmayı alışkanlık haline getirişinin, o terbiye üstadı ruhsuz ve rikkatsiz annelerin balkondan çocuğuna “Kapıcı çocuklarıyla oynama!” uyarısını bir defa, iki defa değil, binbir defa bile değil, sayılamayacak kadar çok işitişlerin ızdırabı...
O küçük bedenlere yüklenen bunca yük...
O filiz vermeye durmuş ruhlara vurulan onca kazma...
O izzet-i nefisle yaşamaya lâyık canlara vurulan onca tekme...
Aşağılayıcı bakışlar, kırıcı sözler, dışlayıcı tavırlar, azarlamalar, hatta hakaretler...
‘Gençlik’ deyince, ‘sorun’ aklına gelir büyüklerin; hele o anlı şanlı televizyon programcılarının, o irili-ufaklı onca yazarın, o iri puntolarla lâf etmeye meraklı bol ünvanlı psikiyatrların, psikologların, pedagogların...
‘Gençliğin sorunları’ deyince de, lüks semtlerin bodrumun üstündeki katlarda doğup büyüyen protein zengini zengin çocuklarının hormonal sorunları gelir akla. Gençlerin fizyolojisindeki değişim, biyolojik ihtiyaçlar, bunun psikolojik etkileri, karşı cinsten arkadaş edinme ihtiyacı, falan filan...
Tuluat, öylece sürer gider.
Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer, bu nakaratla büyüyenler torun sahibi olacak yaşa gelir; ne tuluat değişir, ne de nakaratı...
‘Gençlik’ dediğin o protein zengini çocuklardan, ‘sorun’ dediğin de onların sorunlarından ibarettir.
Ya öteki gençlik?
Gören yoktur onları...
Haydi, bir çuvaldız da kendimize batıralım: Biz mütedeyyinler canibinde durum farklı mıdır peki?
Bizde de ‘gençlik’ deyince, hele ‘gençliğin sorunları’ deyince, bu tuluatın bir benzeri sergilenmese de, bütün konuşulan ‘imam-hatiplerin katsayı sorunu,’ ‘başörtüsü yasağı’ yahut ‘cemaatle entegrasyon’un çok ötesine geçmiş değildir.
‘Kapıcı çocukları’ diye hoyrat bir muameleye reva görülen belki de milyonlarca çocuk, insanlık fukarası protein zenginlerinin sorunu olmadığı gibi, bizim de pek sorunumuz değildir.
Oysa bal gibi bir sorundur bu.
Her insan bir âlemdir, diye öğretir Ezelî Kelam bize zira...
Bir insanı haksız yere öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibi cezaya oluyorsa Allah katında, bu da insanın tek başına bir âlem değerinde ve istidadında olmasından dolayı oluyorsa, o küçük âlemlere, filizlenip boy vermeye aday o güzelim ruhlara vurulan bunca hoyrat darbe, her biri kılıç izinden beter yara izi bırakan onca horlama, onca aşağılayıcı muamele koskoca bir cinayet değil midir?
Garip bir ‘seçilmişlik’ duygusuna eşlik eden hoyratlığın yegâne kurbanı, kapıcı çocukları da değildir üstelik.
Dahası vardır...
Her hâlükârda, bu ülkede bir ‘öteki gençlik’ vardır.
‘Sarp yokuşu aşmak’ Rabbimizin mü’minlerden istediği şey ise eğer, ‘sarp yokuşu tırmanma’nın ilk şartı da ‘fekku rakabe,’ yani ‘bir boyun kurtarmak,’ yani bir boyunduruğu çözmek, bir zinciri kırmak ise, mü’minler bu vâkıaya bilhassa dikkat etme durumundadır.