BEDİÜZZAMAN SAİD Nursî’nin, İkinci Meşrutiyetin müteheyyic günlerinde, tam da 31 Mart hengâmında, Volkan gazetesinin sahibi, editörü ve başyazarı Derviş Vahdetî’ye yaptığı bir uyarı vardır. Heyecanlı bir mizaca sahip Derviş Vahdetî, yazarken, övgüde de, yergide de kantarın topuzunu kaçırabilmekte ve ajitasyon anlamına gelebilecek bir çizgide ilerlemektedir.
Bu noktada, Bediüzzaman’ın “Biraderim Derviş Vahdetî Bey’e” başlıklı bir uyarısıyla karşılaşır.
Bediüzzaman, üslubunu yanlış bulduğu mü’min kardeşine ‘biraderim’ ‘bey’ hitabıyla seslenecek kadar mutedil ve nazik o büyük insan, gerçekte her mü’min ehl-i kalemin kulağına küpe olacak bir uyarıda bulunur Derviş Vahdetî’ye.
“Edipler edebli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin...”
Bediüzzaman’ın Derviş Vahdetî’ye bu uyarıda bulunduğu tarih 2 Nisan 1325, yani 15 Nisan 1909’dur.
Nereden mi biliyoruz?
Bu uyarı, tam da bu tarihte Volkan gazetesinde yayınlanmıştır çünkü.
Oysa Bediüzzaman, o tarihte, Derviş Vahdetî’yi birebir görüp, uyarısını sözlü olarak iletme imkânına sahiptir. Ama o, sözlü bir uyarı yerine, hem de Vahdetî’nin sahibi ve editörü olduğu gazetede uyarısını dile getirmeyi tercih etmiştir.
Peki, neden böyle yapmıştır Bediüzzaman?
Bize bugün hâkim olan anlayışa göre, Bediüzzaman yanlış yapmıştır oysa...
Bize bugün hâkim olan anlayışa göre, Bediüzzaman uyarısını ‘sözlü olarak’ yapmalı, asla ve asla bir gazetenin sütununa taşımamalıdır.
Bize bugün hâkim olan tatbikata göre, eleştirilen mecranın sahibi/sorumlusu olduğu bir zeminde, istese de ‘yazılı bir uyarı’da bulunmasına izin verilmez zaten.
Ama hikmet insanı Bediüzzaman, bize göre ‘yanlış’ olan yolu tercih etmiş, kapalı kapılar ardında bir uyarıyla yetinmemiş; Vahdetî’yi müsait zamanda bir kenara çekip, “Bak Derviş kardeşim, şöyle şöyle yapmaman lâzım, şuna şuna dikkat etmelisin” dememiştir.
Bize ‘yanlış’ gibi de gelse, doğrusunu yapmış; Vahdetî’nin yanlış üslubuna bu yanlış üslupla yazdığı kendi gazetesinde eleştiri ve uyarı getirmiştir.
Yani, matbuat lisanıyla yapılan bir yanlışın karşılığı, matbuat lisanıyla uyarılmak olmuştur.
Ki Bediüzzaman’ın bu tutumu, sünnet-i seniyyenin esaslarıyla birebir uyum içindedir.
Nitekim, gizli işlenen bir günahın istiğfarının gizli, açık işlenen bir günahın istiğfarının ise açık olması gerektiğini bildiren hadisler vardır. İstiğfarın makbuliyeti için, bu şarttır. Ne gizli günahların açık istiğfarına izin vardır, ne açıktan işlenen bir günah için gizli istiğfar yeterli olmaktadır.
Günahlar için geçerli olan bu durum, belki ‘günah’ sınıfına girmeyecek yanlışlar, kusurlar, meselâ ictihadî arızalar, uygulamadaki hatalar için de pekâlâ geçerlidir.
Gelin görün ki, ‘eleştiri ahlâkı’ sonradan dünün ‘günah keçisi’ne dönüştürülmüş Vahdetî’den daha geri durumdaki bugünün mü’minleri, Bediüzzaman’ın bir nebevî asla, bir Muhammedî terbiyeye dayanan bu tutumunu içselleştirebilmiş olmaktan uzaktır.
Herkesin gözü önünde bir icraat sergilenir, ama eleştirimizi gizli yapmamız istenir. Açık bir icraata açıktan yapılmış bir eleştiri, en hafifi ‘uhuvvete sığmıyor’dan en ağırı ‘hainlik’ ve ‘ajanlık’a varan bir yargılama silsilesine sebebiyet verir. Gariptir, açık bir icraata açıktan eleştiri yapma mertliğini gösteren bir mü’mine karşı, bu yargılama ‘arkadan’ ve bazan ‘alçakça’ yapılır. Yüzüne karşı yapılmaz. Eleştiriyle yüzleşme, eleştiriye eleştirinin cevabıyla da yüzleşme mertliği sergilenmez.
Bu eleştiriler içerisinde, “Böyle yazmak yerine, kendilerine söylesen, daha münasip olmaz mıydı?” kabilinden bir serzeniş de muhakkak vardır. Oysa, umumun gözü önünde, hele matbuat lisanında eleştirilebilir söz ve tutumu sergileyenlere yöneltilecek eleştirinin zemini, Bediüzzaman’ın Vahdetî’ye davranışından öğrendiğimiz üzere, yine matbuat lisanıdır.
Bu zamanın mü’minleri, yüz yıl önce Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu ölçüyü içselleştirme durumundadır.
İçselleştirme durumunda olduğumuz bir diğer husus ise, kendisi eleştirme hakkına sahip olanın ‘eleştirilme’ imkânına da sahip olmasıdır. Eleştirmek, ama eleştirilmeye tahammül edememek, hakkaniyete uymamaktadır. Eleştirilmeye gelemiyor, kendisi eleştiri yaparken kendisi eleştirilince alınganlık gösteriyor ise, o kişiye yakışan, eleştirmemektir ki eleştirilmesin. Yok eğer eleştiriyorsak, bizim de eleştirilmemiz mü’min kardeşlerimizin üzerimizdeki bir hakkıdır.
“Söylem-eylem tutarlılığı”nı ziyadesiyle önemseyen, Müslümanların eleştiri ahlâkını içselleştirmesini İslâm’ın istikbali için bir zorunluluk olarak gören bir anlayışla şekillenmiş bulunan www.karakalem.net, ‘polemik’ ve ‘ajitasyon’a kapalı, ama ‘eleştiri’ye açık bir çizgide yürüyecek; yazarlarına tanıdığı ‘sansürsüz’ yazma özgürlüğünü perdelemeyecektir.
Ama her nimetin bir külfeti olduğu gibi, bu özgürlüğün de bir bedeli vardır. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce ‘matbuat nizamnamesi’ni vicdanlara havale ederken düştüğü ‘edeb-i İslâmiye’ ve ‘hiss-i diyanet’ kaydı bizim de kaydımızdır. Yazarlarımız eleştiri ve uyarı haklarını bu çerçevede özgürce kullandıkları, nitekim aksi yönde taleplere rağmen bundan böyle de ‘sansür’e uğramadıkları gibi, sair mü’min kardeşlerinin onları ‘uyarma’ ve ‘eleştirme’ haklarını da anlayışla karşılayacaklardır—bu eleştiri ister okuyucularımızdan, ister diğer yazarlarımızdan, ister editörden gelsin, farketmeme durumundadır.
Zira, bir kez daha belirtelim, herkesin gözü önünde sergilenen bir icraatın eleştirileceği yer ‘kapalı kapıların arkası’ olmadığı gibi, matbuat lisanıyla yapılan bir eleştirinin karşılık bulacağı zemin yine matbuat lisanıdır.
Hem, “Serçeden korkan, göl kenarına darı ekmesin” sözü boşuna söylenmemiştir...
—Editör