Bilal’in Sin’i

GÖREMEDİĞİM ASR-I Saadeti hayalimde canlandırmaya çalışırken, okuduklarım ve sezgilerimden hareketle, bugünün dünyasında gördüğümüze benzer bir çeşitlilik tablosu çıkar karşıma.

Zengin sahabiler, fakir sahabiler, çok zengin sahabiler, çok fakir sahabiler, iyi giyimli sahabiler, kat kat yamalı hırka giyen sahabiler, boylu poslu sahabiler, çok kısa boylu sahabiler, güzel yüzlü sahabiler, yüz güzelliğinden mahrum sahabiler, çok akıllı sahabiler, zekavetçe geride kalan sahabiler, sesi çok güzel sahabiler, sesçe zayıf sahabiler, telaffuzu düzgün sahabiler, telaffuzu problemli sahabiler, hitabeti güçlü sahabiler, ama öte yanda belki de kekeme sahabiler, ata binmede üstüne adam tanımayan sahabiler, ata binemeyen sahabiler.. derken, bugünün dünyasına benzer bir çeşitlilik zihnimde dolaşır durur.

Benim hayal dünyamda, sahabiler, ‘image-maker’ların elinden çıkmış, herşeyleri mükemmel, herşeyleri mükemmel değilse dahi öyle gözüken insanlar değildir.

Benim gözümde sahabileri büyük yapan da, herşeyleri ile mükemmel oluşları değildir. Sahabiler, her sınıftan insan için yol gösterici örnekler olarak, kabiliyetleri ve zaaflarıyla birlikte birer yıldız ve birer öğretmendirler; ve onları büyük yapan, fiziksel özellikleri veya yetenekleri değil, bütün dünya tevhid gibi en büyük hakikatin ve Kur’ân gibi en hak sözün karşısında iken her türlü hesabı ve endişeyi aşıp hakka teslim olmalarını mümkün kılan imanlarıdır.

Sözün kısası, imanlarına hayran olduğum o yıldız insanların hadis veya siyer kitaplarının ayrıntıları arasında karşıma çıkacak bir za’fiyeti, bir kusuru veya bir noktadaki acziyeti, nazarımda onlar için bir değer kaybına yol açacak değildir.

Bilakis, ‘bizim gibi’ insanlar oldukları halde sergiledikleri o benzersiz ihlas, onlardan ders alma konusunda daha bir muhkem kılacaktır yüreğimi.

Zihnimde canlanan böylesi bir Asr-ı Saadet tablosu içinde, gariptir ki, Bilal’in dillere destan ezanı da yer almıştır yıllar yılı. Hatta, son kitabım Asl-ı Saadet’te de yer alan “İhlas” başlıklı yazımda yazmışımdır, “Bilal-i Habeşî ezan okumaya başladığında, ihtimal ki, bir kez daha şaşıracaktık” diye. Onun ezanı, en güzel ezanı, “en yüksek sesle ve en azamî taganniyle, en ziyade uzatılan ezan” olarak gören bizlere hayli şaşırtıcı gelecekti, diye.

Böyle bir sezginin sahibi olarak, on gün önce “Bilâl’in Sin’i” sırrıyla İmam-ı Rabbanî vesilesiyle tanıştığımda, doğrusu şaşırmadım, ama hepimiz adına sevindim. Yakında tercüme edilmiş bir risalesinde, Habeşli köle Rebah’ın oğlu olarak Bilal’in ‘Şın’ harfini telaffuz edemediğini rivayet ediyordu koca imam. Tıpkı kendileri de Arap oldukları halde Mısırlıların ‘c’yi ‘g’ diye telaffuz etmelerine, bize zaaf gibi görünen bu halin Mısırlıların ‘ellerinde olmayan, dillerinin dönmediği’ bir vâkıa olmasına benzer şekilde; tıpkı bu toprakların özellikle batısında büyümüş benim gibilerin Arapça’daki üç ayrı harf olarak he, ha ve hı arasındaki farkı, keza yine üç ayrı harf olarak se, sin, sad arasındaki farkı telaffuzda hayli zorlanmasına benzer şekilde; Bilal’in de ‘Şın’ı ‘Sin’ gibi çıkardığını söylüyordu.

Açıkçası, İmam-ı Rabbanî’nin bildirdiği üzere, o dillere destan ezanında, ‘Eşhedü” diyemiyordu Bilal. “Eshedu en lâ ilâhe illallah / Ve eshedu enne muhammeden resûlullah” diye okuyordu ezanını.

Ve yine İmam-ı Rabbanî’nin bildirdiğine göre, Bilâl’in bu ‘telaffuz’ problemi ne Allah Resûlünün gözünde, ne sahabiler gözünde, ve en önemlisi, ne de Allah katında onun ezanının değerini asla ve asla zedelememişti, zedelemiyordu.

Bunun teyidi, Hz. Peygamber’in “Bilâl’in Sin’i, Allah katında Şın’dır” hadisiydi.

Madem ki Bilâl o sapasağlam imanı, o sarsılmaz ihlasıyla, “Eşhedü”ye niyetle “Eshedu” diyordu; madem ki beyni şın’a niyet ettiği halde dilinden sin çıkıyordu; Allah indinde ‘telaffuz’dan dolayı değerinden hiçbir şey eksilmiyordu Bilâl’in ezanının.

Hz. Peygamberin yanında da, sahabiler nazarında da, bu ‘sin’e rağmen ezanların şahıydı onun ezanı...

Ama gelin görün ki, bu zamanın mü’minleri arasında dikensiz gül, günahsız velî, kusursuz mü’min arayışı zuhur etmişe benziyor. Bizim gözümüze girenlerin her yaptığının izahı var; emr-i ilâhîye açıkça ters düşen sözlerinin yahut fiillerinin de. Ama eli kalem tutanlar bizim yeterince gözümüze girememiş iseler, vurun abalıya!

Şu işe bakar mısınız? Şu sitede son üç gün içinde yazılan yorumların neredeyse yarısı, kadim dostumuz, sevgili arkadaşımız Mustafa Ulusoy’un son yazısı hakkında. Neden “buradasınız” değil de, “burdasınız” yazdın ki diye çıkışanlar var ona; bir ‘a’dan dolayı kalb kırma, şevk kırma, hele ki yazının bütünündeki mesajı heba etme ihtimalini düşünmeden... Üstelik, ‘dahi’ anlamına gelen ‘de’yi bitişik yazma gibi bariz bir imla kusurunu işlediğinin ise farkına varmaksızın.

Yahut, sayfalar dolusu yorum var; Peygambere ‘siz’ demenin uygunsuzluğu üzerine... ‘Siz’ neden denilmemeli, denilse ne şekilde bir saygısızlık olmuş olur, ‘sen’ demenin hikmeti, falan filan...

Dostlar; bir filizin toprak altından boy vermesi neredeyse bir yıl alıyor, bir çam fidesinin kabuğunu kırıp boy vermesi ve diz boyuna gelmesi için dahi neredeyse on yıl gerekiyor; ama bir yılda boy veren bir fidanı kırmaya parmağımızın bir fiskesi yeter, on yaşında bir çam fidanını tahribe ise ufak bir balta darbesi.

Kimse yazmaz olarak uyuduğu bir günün ertesi sabah yazar olarak doğmuyor, hiçbir yazı da gerçekte bir gün içinde yazılmıyor.

Ama bir yazarı bir cümleyle küstürmek de mümkün, müstakbel nice yazıyı hoyrat bir eleştiri sağanağıyla söndürmek de...

Son zamanlarda yazmakta tekâsül gösteren değerli kalemlerin bir kısmı, sırf bu yüzden yazmaktan soğumuş olmasın?

Ne diyorduk?

Bilâl-i Habeşî “Eşhedü” diyemez “Eshedü” derdi.

Bilal’in ‘Sin’i, Allah katında ‘Şın’dı...

  09.05.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut