İTTİHAD, CEHL İLE OLMAZ

Halil Köprücüoğlu

İSTANBUL’DA DÜZENLENEN Ulusal Risale-i Nur Kongreleri arkasından, gazetelerde, Nurlu Mü’minlerin ittihadı ile ilgili harika yazılar okudum. Bunlar çok ince mesajlar ihtiva eden, muvazeneli yazılardı. Bizler vicdanımızın sesini o yazılardan okuduk, sevinç göz yaşları döktük. Ancak bazı yazılarda “birleşme yerinin artık belli olduğunu” ifade edenleri görünce de oldukça şaşırdım. Çünkü bize göre “o yeri” oralarda duranlar değil de dışarıdakiler görmeli ve bulmalıydı. En azından usul açısından böyle olması gerekirdi.

Biz, diyorum; çünkü Gaziantep’ten İstanbul’a; Ankara’dan Adana’ya bir çok yerde bulunan, hayatını Kur’an Nurunun ölçüleriyle tanzim etmeye çalışan bir çok halis arkadaşımla, yıllardır bu düşüncelerle oturuyor, bu düşüncelerle kalkıyoruz. Bulunduğumuz gurupların farklılığına rağmen bu manaları terennüm ediyor, bu fikirleri yaymaya, kabul ettirmeyi gayret edegeliyoruz.

Zaman içerisinde adeta “insan sayısınca ayrı karakterler olduğunu” ilmen değil ama, fiilen anladık. ”Ümmetinin ihtilafıyla iftihar eden” bir peygamberden, Bediüzzaman vasıtasıyla aldığımız derse göre, bunun, farklı kabiliyetlerde olan insanların, olaylara farklı yönlerden bakarak, beraberce, daha ihatalı; nefsü’l emre daha yakın bir bilgiye ulaştırdığını hakkal yakîn gördük.

Bir arkadaş gurubuyla Köln’den Viyana’ya uzanan yolculukta Avusturya sınırını geçerken, asırlar önce buralara fetih ruhu ile gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Ecdadımız Osmanlı Mücahitleri aklımıza geldi. Biz 160-170 km. hızla giden minibüsün içinde yerimizde duramıyor, arabanın ön paneline ellerimizle vurarak “Yürekler kabarık...” marşını arkadaşlarla söylüyorduk. Bizi Viyana’ya götüren Zeki ağabey, (Allah rahmet eylesin): ”Yahu, ben çoktandır, böyle şevkli arkadaşlar görmemiştim.” diyerek marşımıza katılıyor, ”Ancak, biz Avrupada ‘cihat’ kelimesini kullanmıyoruz. Buradaki insanlara, ’Sizinle arkadaş olmaya, kardeş olmaya geldik’ diyoruz, öyle de inanıyoruz. Bu ifadenin daha insanî olduğuna, artık mukteza-i halin böyle ifade etmek gerektirdiğine, hakikatin de bu olduğuna ‘kanaatimiz geldi.” diyerek Avrupa kültürüyle bize ders vermişti. Hatta “Artık Avrupada siyah ve beyaz yok, gri var” dersi de O’ndan aldığımız derslerden birisidir.

Bu dersler sayesinde Avrupalılar, mesela Almanlar, müşterek yaşamanın şartlarına, akıllıca, ilmin verileriyle, çabuk adapte olarak, ittihat etmeyi bilmişler; şehir devleti olmaktan çıkıp belki eyaletler manasında büyük sistemlere geçmişler. Bu da yetmemiş yine bu kültür sayesinde, belki daha büyük menfaatler elde edebilmek için birlikte olabilmenin gereklerini daha hassasiyetle yerine getirerek Alman Devletini kurmuşlar. Fakat Doğu-Batı Almanya ızdırabı onları yıllarca çok üzmüş. O’nu da bu ruhla aşmışlar. Ancak o da yetmemiş, Avrupa Birliğiyle büyük bir güce, beraberce ulaşmışlar. Maddî ve manevî çok terakki etmişler. ”İnsaniyete layık bir maişete” insanlarını, bizden önce ulaştırmışlar.

Bizler ise “müşterek elemanlı kümeler” gibi onlarca özelliğimiz ayni olduğu halde; ”Kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak “, ”İmamlık şerefini onlara vermek”, ”Af mesleği” (Bu konuda 2002 Uluslararası Sempozyumundaki, Prof.Dr.Thomas Miçhel’in, ”Barış Ahlakı” tebliğine bakılırsa konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim) gibi harika ölçülerimize rağmen nedense Avrupalıların tam tersine, daha ilk basamakları geçemiyoruz.

Onlar nasıl muvaffak oluyor; biz neden olamıyoruz.

Mesala onlar daha baştan itibaren her şeyde çok dikkatli davranıyorlar. Toplantılarını bile uluslararası sulardaki bir gemide, veya bir tarafsız ülkede yaparak bu sahadaki ilmi tavırlarını ortaya koyabiliyorlar.

Bir kardeşimiz ,”..senelerdir bu ayrılıkların acısını ve ızdırabını yaşayan insanlarız” derken ; memnun olup sevindim. Ancak, beraber olmak istediği arkadaşlarını “...dinde hassas muhakeme-i akliyede noksan “ olmakla itham etmeye devam edince çok üzüldüm. Bu, velevki doğru bile olsa acaba bu doğruyu söylemek doğru mudur. Onun bunu söylemeye hakkı var mıdır. En azından bir diyalog arifesinde bu nezakete uygun mudur, ferasetinize, affınıza arz etmek isterim.

Bana sorarsanız ben çoktan imamlık şerefini kardeşlerime verdim, tâbi olmanın şerefiyle iftihar ediyorum. Ancak başka arkadaşlarımızın da böyle düşünmesi, düşünebilmesi için, hiç olmazsa merhameten onlara karşı daha dikkatli ve empatik davranalım, iletişimin kanunlarına uyalım, inşallah...

İnsan birlikte biraz fazla durursa, hele bu süre yılları içine alırsa o kadar çok hadiseler yaşanıyor ki az veya çok karşılıklı hatalar yapılabiliyor. Daha doğrusu yapılıyor. Hatta çoğu zaman adeta akıl hocalığımı yapan bir kardeşimin harika bir ifadesine göre “Hata yapmak mecburiyetimiz var.”Bu durum anne ve babamızla, kardeşlerimizle de oluyor. Eğer insan olarak bu halimizi anlamamış isek, insanda bazı lâtifelerin insanı dinlemediğini 13.Lem’ada okuyup öğrenememiş isek işimiz zor. O zaman Zübeyir Gündüzalp’in kardeşlerinin tükrüğünü “misk’ü amber” görmesini de anlayamayız. Hatta, B.S.Nursi hazretlerinin “Bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim” diye haykırışını; “..birbirimize lüzum olsa ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur’an’iye ve imaniyemiz iktiza ettiği ..” ifadelerindeki feryadını da çok zor anlarız. Belki de hiç mi hiç idrak edemeyiz. Halbuki bu asrın inananlarını bekleyen en önemli hastalık budur. Çünkü şeytan ve nefsimiz bize bu kadar güçlü Nurlu eserleri okuduktan sonra, zina ile, hırsızlık ile, cinayet ile aldatamaz. Ancak heva, his ve vehmimiz bizi ittihadın önemi hususunda yanıltabilir. Hatta bunu, bizi Allah’a istinad ettirerek (!) başkalarına ihtiyaç duyurmayarak yaptırır. Çok ama çok düşünmeli; Nurun ölçüleriyle yaşamayı muhakkak öğrenmeliyiz.

Dinler Arası Diyalog için Urfa’da bir araya gelen Musevi, Hıristiyan, Müslüman temsilciler ki Rus Müftüsü de vardı; ”Bütün dinlerde ana esaslar ayni. Ayni şeylere inanıyoruz. Nasıl olmuşta bize yıllarca birbirimizin kanını akıttırmışlar. Artık buna bir son verelim. Benim gibi düşünsün demeden, bir arada oturamıyacak mıyız” demişlerdi. Ben kendimizden utandım. Bunu gazeteden kesmiş, çevrede gittiğim sohbetlerde okuyup, önemini anlatmaya çalışmış, Uhuvvet Risalesine, bir açılım olarak ifade etmiştim.

Esasen İhlâs ve Uhuvvet Risalelerini inceden inceye tetkik edip massetmeli; tam manasıyla tatbik etmeliyiz. Kardeşlerimizi tenkit etmemek; onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmek; en yakın dost, en fedakar arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak…hep Nurlu eserleri ciddi bir şekilde anlayarak okumak ve onlarla amel etmekle mümkün olabilir. Bir başka ifadeyle de bir şahs-ı manevinin duasına mahzar olmakla, o manevi şirkete dahil olmakla bu hasletlere sahip olabiliriz.

Önceki yıllarda, İzmir Üç yol’da, Yeni Asya Gazetesi yazarı M. Özcan Beyin, harika muhtevasını lezzetle dinlediğimiz “İttihad-ı İslam” seminerinin arkasından, ben de “Biz Kur’an Talebelerine, İttihad-ı İslamda, ilk önce ne yapmak düşüyor” diye yazılı soru verdim. ”Ben, Bediüzzaman’dan farklı bir şey söyleyemem. Önce bu mânâyı biz kendimiz, kalbimizde, vicdanımızda, hemen yakınlarımızla yaşayacağız ki Allah bizi geniş dairelerde de muvaffak etsin” cevabını almıştım.

Diyarbakır’da, şimdi rahmetlik olan değerli bir kardeşim ile çok sık tartışır, fakat asla küsmez, ayrılmaz; hizmetlere beraber koşardık. Bazen, ağır laflara da muhatap olurdum. Ancak, bizi hep el ele gören, önemli bir dairede üst görevlerdeki idareci bir ağabey (Bir dönem milletvekilliği de yaptı) : ”Siz görevli misiniz. Mit misiniz. Neden bu hakaretlere katlanıyorsun” demişti. Ben de :”O kardeşimle benim ittihat mecburiyetimiz var. Bütün havuza sahip olabilmem için, buz parçası olan enaniyetimi havuza atıp eritmem gerekiyor. Hem, O’nunla binlerce hem hemlerimiz var. Hem ben ebedi kardeşliği böyle anlıyorum” diyerek; asla düşünmeden, fıtri olarak gösterdiğim bu davranışlarımı, izah etmek durumunda kalmış; fakat bu doğru hareketimin bu sert değerlendirmeye tabi tutuluşuna çok üzülmüştüm.

İnşallah, yukarıda üzülerek anlattıklarım artık olmaz. Böyle düşünenler az olur. Böyle düşünenlere rağmen, bizler, her halûkârda; değil ayni ruhta olan meşrebimizdekilerle beraber olmak, daha ilerilere, İtihad-ı İslama doğru koşarız, koştururuz inşallah. Çünkü “Meşveret ediniz, sıkı tutmayınız. Herkes ayni meşrepte olamaz” ölçüsü hâlâ güm güm ediyor.

Ayrıca, Bediüzzaman’ın yorumuna göre “ikinci büyük cereyan, Deccal ve Hz.İsa As. arasında geçecek. Peygamberimiz Hz. Muhammed, “Hz.İsa AS.’mın dini hakikisi tasaffi ederek İslam’a inkılap edecek” diye müjde veriyor. İttihadımız gerçekleşince sulh-i umumi gerçekleşecek. Tekrar Asr-ı Saadet gibi bir mânâyı, insanlık inşallah yaşayacak. Bunun bile ilk basamakları, bizlerin kalplerindeki, anlatılan ruhun gerçekleşmesiyle olabileceğine inanıyorum. Allah etmesin biz layık olmazsak Allah başkalarıyla bu mânâyı gerçekleştirebilir. Bizler, af ve safh ruhuna sahip olarak, Hz.İsa AS.’mın avanelerinden de olmak istemeliyiz.

Çünkü; “İttihad,cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkardır. İmtizac-ı efkar, marifetin şua-ı elektriğiyle olur.”

  03.05.2006

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut