DÜNYA DENİLEN şu fanide herkes, değer verdiği nesnenin, sanatın, kemâle ermesini, inkişaf etmesini, herkesin gözünde görülür ve makbul olmasını ister. Aslolan da, olması gereken de budur. Gülü seven, onun rayihasının yayılmasını renginin görülmesini; gevene aşık olan da onun dokunan herkese dikenini batırmasını ve yapışmasını ister. Bu evrensel bir gerçekliktir.
Tohum güzeldir, çiçek hoştur. Ancak onların nihaî kemali ağaç ve meyveler halinde arz-i didar etmeleri ile gerçekleşir. Kimse tohum güzeldir deyip de onu ambarlara, silolara saklayıp da çürütmez.
Tasarımcılık, moda dizaynı güzel meslektir. O sanattaki güzellik ancak, türlü renk ve desendeki elbiseler ile açığa çıkar. Elbiseler de insanların sırtlarında görünür hale gelir. Kimse ‘evet, tasarımcılık güzel şeydir ama çizimler halinde kaldığı sürece. Elbise güzeldir, ama gardıroplarda saklandığı sürece’ demeyi içinden geçirmez.
Müziğin notalar ile, türlü işaretler ile kağıda dökülmesi – kimilerince- güzeldir. Ama o kemalini insan sesine; gitarın bağlamanın, udun, kanunun tellerine; bir orkestra şefinin saatler, bazen günler alan emeği ile bir icraya dönüştüğünde bulur.
Genelde din, özelde İslâm da camilerde kılınan namazlar, ramazanda oruç ve teravihler, yakın akrabadan ve komşulardan zekât ve çeşitli yardımlar, yakından ve komşudan başlayarak bütün topluluğa yardım elini uzatma, sadaka-i cariyeler halinde tezahür eder.
Ben bunu derle demez, bir ses ‘dur bakalım orada, dinin kamusal alanda yeri yoktur. O sadece kişilerin kendi manevi yaşamları ile sınırlıdır’ deyiverir.
Geçen asrın bazı şerirleri İstiklâl Savaşından sonra Ege’nin efe ve zeybekleri ile Anadolu’nun diğer yerlerindeki nüfuzlu kişileri çeşitli hilelerle bertaraf etmişlerdi. Şerli işlerine karışabilirler endişesiyle. O kişilere şöyle dendi; sizin kahramanlığınızı, takdir ediyor, buna teşekkür ediyoruz, teşekkürümüzün göstergesi olarak da size hazineden aylık bağlıyor ve sizi madalya ile taltif ediyoruz. Ama, siz gidin, hayatınızın bundan sonraki kısmını dinlenerek geçirin.
Aynı şerirler bu milletin inancına, Kur’ân’ına da benzer muameleyi yapmak istediler. ‘Din iyidir, kutsaldır, ama hayatımıza karışmadığı sürece. Kur’ân ve hadîs iyidir, hoştur ancak duvarlardaki işlemelerden ve raflardan inmediği sürece’ demeye getirdiler.
Daha sonraları, bu hilenin de kâr etmediğini gördüler. Baktılar ki, kendi yetiştirdikleri bütün kutsallardan mahrum “laik kuşaklar”la bir takım işler iyi gitmiyor. Bu sefer hapsettikleri kutsallardan yardım istemeye başladılar. Devlet hazinesi vergiye mi ihtiyaç duyuyor, ısmarlama hutbeler, devlet turizm gelirlerine mi muhtaç, İslâm’ın gezmeyi, görmeyi, ibret almayı öğütleyen, misafire ikram etmeyi emreden hükümleri ne güne duruyor... hemen onlardan istifade etmeye çalıştılar. Atılan bütün nutuklar memleketin günden güne kelleşmesini önlemiyor mu, gelsin ısmarlama emirlerle ağaç dikmeyi teşvik eden hutbeler... Bu öylesine gülünçtür ki, hem kutsallığını “kabul ettiğin” dine hapis ve inzivayı layık görüyorsun, hem de, ara sıra serbest bırakarak, ona bazı işlerini gördürüyorsun.
Bu durum tespitinden sonra... Ehl-i din elin oğlunun icat ettiği, gerektiğinde ve acıktığında yediği kavramlara hiç tenezzül etmeden, ‘biz, yalnızca dinimizi, Allah’ın emri bildiğimiz dinimizi yaşamak istiyoruz. Bizim kimseye görünme ve onları etkileme gibi bir derdimiz yok, sadece dinimizin gerektirdiği şekilde davranmış olduğumuzdan dolayı görünüyor ve görülüyorsak – ramazanda içkili bir davete çağrılan bir mümin oruçlu olduğunu nasıl gizlesin ki- bundan başkasına ne?’ deme kararlılığında ve cesaretinde olmalıdır. Görünmek ve görülmek bizim işimiz olmamalıdır. Ama, ne yapalım ki, bizde yaygın olan bir ifade ile söylersek, iyi testi suyunu dışarı “sızdıran”dır.