Asl-ı Saadet ve Metin Karabaşoğlu

KISA BİR süre önce bu sütunda yazdığım Metin Karabaşoğlu’nun son kitabı “Asl-ı Saadet” ile ilgili yazı hayli ilgi gördü. Başlangıçta olumlu eleştiriler gelirken, kısa süre sonra olumsuz eleştiriler de gelmeye başladı. Bu eleştiri ve tavsiyelerin sevkiyle söz konusu yazıyı tekrar okudum. Bu okumadan aşağıdaki şekilde bir yazı çıktı. Yazının sonuna söz konusu yazıyı da ekledim. Dileyen iki yazıyı karşılaştırmalı olarak okuyabilir.

Öncelikle belirtmeliyim ki ben Metin Karabaşoğlu’nun sadece yazıları ile ilgileniyorum. Şahsı beni bir noktaya kadar ilgilendiriyor. On beşten fazla telif kitaba imza atmış bir kalem erbabı olarak onu kalem altına alıyorum. Bu kitaplarında altını çizdiği her ifadenin altına imzamı koyuyorum. Bu sitedeki hakikat ehli herkesin de imza atacağını sanıyorum.

Ben Karabaşoğlu’nu sağlam bir tefekküre sahip kalem ehli olması dolayısıyla takdir ediyorum. Bu sitede Karabaşoğlu’nun gerek kedisini, gerekse de kalemini benden daha çok seven insanların olduğunu zannediyorum. Karabaşoğlu’nun şahsını sevmediği halde, onun Risale’nin dil ve tefekkür dokusunu en iyi şekilde kavradığını kabul eden insanların var olduğunu da tahmin ediyorum. İşin “sevmek” tarafıyla ilgilenmiyorum. Ben onun “işi” ile ilgileniyorum. Açık söylemek gerekirse Karabaşoğlu’nu sevmektense anlamayı tercih ederim. Bu anlamda Karabaşoğlu’nu sevdiği halde anlamayan insanların yanında olmaktansa, onu sevmese de anlayan veya anlamaya çalışan insanların yanında yer almayı tercih ederim. Hem sevip, hem de anlamak muhakkak en idealidir. Ve böyle kişilerde vardır.

Yaklaşık on yıldır Cağaloğlu piyasasındayım. Birçok dergi ve gazetede birçok yazar hakkında yazı yazdım. Bu sitede de Kemal Sayar, Taha Çağlaroğlu, Ahmet Yıldız gibi isimler hakkında yazılar yazdım. Bazen insan olarak kendime uzak bulduğum, hadi açık sözlü olayım sevmediğim halde eserleri hakkında takdir ve teşekkür ifadeleri kullandığım yazarlar oldu. Bazı insan olarak sevdiğim yazar dostlarım hakkında da, benim aradığım nitelikte kitaplar yazmadıkları için bir şey yazmadım.

Açık söylemek gerekirse Karabaşoğlu hakkında “Asl-ı Saadet” isimli yazıyı yazarken yazının hiç bu kadar ilgi çekeceğini düşünmemiştim. Bu yazı benim için bir gönül borcu yada sadakat anlamı taşımıyordu. Bu yazı benim için, kendisi ile aynı şeyleri düşündüğümü sandığım bir yazara karşı duyduğum entellektüel sorumluluk anlamını taşıyordu. Yani kalemin hakkını vermek anlamı taşıyordu. Ama gelen bazı olumsuz tepkilerden de anlıyorum ki, meselenin benim üslubumla çok fazla ilgisi yok. Mesele Karabaşoğlu’nun şahsıdır. Ben Karabaşoğlu’nu cemaati algıların ötesinde Risale merkezli bir duyarlığın karşılığı olarak muhatap aldım ve onun hakkında yazma ihtiyacı duydum. Karabaşoğlu hakkında birilerinin sağda solda bırakın ihlas ve uhuvvet prensipleri içerisinde, genel ahlak ilkeleri içinde bile hoş karşılanmayacak ifadeler kullanıldığını duymaktayım. Bunlar da beni ilgilendirmiyor. Metin Karabaşoğlu mit ajanıymış, işbirlikçiymiş, oymuş, buymuş... Bunlar beni ilgilendirmiyor. Bu tür söylentilerde Karabaşoğlu’nu savunma ihtiyacı da duymuyorum. Ama iş risale tarihinde çok az görülen nitelikte on beş kitabına gelince, onu sonuna kadar birikimim nispetinde savunmaya çalışırım. Ne var ki yarın başka bir kitap yazar ve bu da benim kafamdaki risale anlayışına (cemaat anlayışına değil) uygun olmazsa, bu durumda da eleştiririm. Susmayı tercih etmem.

Malum; bir sofrada tatlı, tuzlu, ekşi yiyecekler bir arada bulunabilir. Kişi ihtiyacı nispetinde bunları kullanır. İnsan ilişkilerinde, hassaten yazı meselesinde de benzer bir durum vardır. Birileri sizin yazınızdaki bazı aşırı tatlı yerlere tuz eker, bazı tuzlu yerlere de şeker katar. Vicdan sahibi ve hakikat aşıklarından beklenilemeyecek bir şey varsa o da pişmiş aşa su katmak veya zehir zemberek bir şeyler katmaktır. Anlama odaklı her sual, özünde kızgınlık içerse bile yazara büyük bir katkısı vardır. Ama alay içeren bir eleştiri ne yazara, ne de eleştiriyi getirene fayda sağlamaz. Karabaşoğlu ile ilgili “Asl-ı Saadet” isimli yazım olumlu-olumsuz hayli tepki halde. Taşın üstüne taş koyanlar da oldu, yok o taş orada durmaz deyip, taşı kaldırıp atanlar da oldu. Yazının bütününü iyi bulup, zaman zaman şerhler koyanlar da oldu. Öte yandan yazının parçasındaki eksiklikleri bütününe teşmil edip, yazıyı bir kenara koyanlar da oldu. Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce “Asl-ı Saadet” isimli yazıyı ve buna getirilen eleştirilere tekrar göz gezdirdim. Yazı da arkasında duramayacağım kayda değer bir ifade olmadığını gördüm. Ama zaman zaman açılması gereken yerler olduğunu da fark ettim. Ben Karabaşoğlu’na “metin (yazı/yazar)” merkezli yönelmiş olmama rağmen, bazı arkadaşlarımızın zaman zaman Karabaşoğlu’na pürkusur insan/kul “Metin Karabaşoğlu” olarak bakmalarından kaynaklanan bazı yanlış anlaşılmaya mahal durumların olduğunu anladım. Ben kırk dereden, kırk kova su getirerek Karabaşoğlu’nu değerlendirmedim. Bu eleştiri ve tavsiyelerden de anlıyorum ki aslında Karabaşoğlu’nun şahsı ilgili söylenen şeyleri de duyup, dinleyip ona göre bu yazıyı yazsaydım belki bu kadar yanlış anlama olmazdı. Her iki durumda da eksiğin kendimde olduğunu biliyorum. Ama okuyucuların benim

“Yazar Karabaşoğlu”yla onun bu güne kadar ki yazdıkları (yaptıkları demiyorum) itibariyle ile ilgilendiğimi bilmelerini isterim. Karabaşoğlu’nun yazdıkları ile ilgileniyorum yada yazmaya menşe olan halleriyle. Yoksa yaptıklarıyla ilgilenmiyorum. Karabaşoğlu’nu sevmeye veya sevdirmeye çalışmıyorum. Anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Karabaşoğlu bir Mustafa Sungur ve Mehmet Kutlular değildir ki sevmeye çalışayım. Bir Fethullah Gülen veya Kırkıncı Hoca değildir ki sevdirmeye çalışayım. Karabağoşlu benim kafamda, benim gibi bir çok kişiye risaleyi anlamada ufuk açan birisidir. Onda bu bakış açısı, ben de bu hakkaniyet duygusu olduğu müddetçe ona karşı olan muhatabiyetim devam eder diye umut ediyorum. (Muhabbetim demiyorum). Benim bu güne kadar bir şeyhim olmadığı gibi, Karabaşoğlu ile de benim aramda da bir şehy-mürit ilişkisi olamaz. Olsa olsa -diğer nur talebeleri ile olduğu gibi- Risale’nin rahle-i tedrisinde ders arkadaşlığı durumu söz konusu olabilir.

Okurların tavsiye, çekince ve eleştirilerine geçmeden önce bir hususu hatırlatmak isterim. Yazılarımda etkisi şu anda ne kadar vardır bilemiyorum, ama zihnim uzun zaman marksist bir söylemle işledi.. Etnik olarak Kürt olmadığımı bildiğimi, ama ırkların bu kadar karıştığı bir diyarda Türk olup olmadığımı da bilmediğimi söylemeliyim. Anadolu’yu da bilmem. Oradaki İslami yaşantı hakkında çok fazla fikrim yok. Bu topraklarla bağım Said Nursi’den ibaret. Onun ihsas ettirdiği kadar bilirim bu coğrafyayı. Dolayısıyla kullandığım ifadelerde ortalama bir dile sahip Türkiye vatandaşının anlayışına aykırı şeyler söyleyebilirim. Bundan dolayı da baştan helallik dilerim. Ben bu sitede yazan-okuyan herkesin samimi ve ihlaslı olduğunu düşündüğüm için, kimsede bir art niyet aramıyorum. Kimsenin de benim söylediklerimde maksadı aşacak ve akl-ı selimi zedeleyecek bir kasıt olmadığını bilmesini isterim. Haddi zatında hepimiz bir hayrın ortaya çıkması için çalışıyoruz.

“boşver” mahlasıyla yorum yazan okuyucumuz “orada bir anadolulu mu var?” diye soruyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Anadolu’lu değilim. Ama Anadolu’nun Risale’nin beşiği olduğunu biliyorum. “Mekke ve Medine’de olsam buraya (Anadolu’ya) gelmem gerekirdi” mealinde konuşan Üstadımın bu sözünü önemsiyorum. Yorumcunun “Anadoluluğu” coğrafik bir öğe olarak değil, sosyo-kültürel bir durumun karşılığı olarak kullandığını biliyorum. Her iki halde de Anadolulu olmak yada olmamak konusunda tercih yapma ihtiyacı duymuyorum. Karabaşoğlu’nun “tarzı üzerinde yorum yapılmalıydı” diyor okurumuz. Ben yazıda yedi-sekiz maddede bunu vermeye çalıştım. On beş kitap yazan birisi için, bir bu kadar daha madde eklenebilirdi. Ne kadar başarabildim bilmiyorum. Metin Karabaşoğlu’nu gözü gibi sevdiğini söylüyor okurumuz. Ben Karabaşoğlu’nu sevip-sevmeme ikileminde durmuyorum. İhtimal ki “Boşver” kadar sevmiyorumdur, bilmiyorum. Ben onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.

Oslo’dan “gurcan” mahlasıyla yazan okuyucumuz şahsi faziletin önemsizliğini vurguluyor. Doğrudur. Ne var ki şahsi faziletten ne anladığımız önemli. Karabaşoğlu’nun şahsi fazileti çoktur. Çok hoşsohbet biridir. Devamlı güler. Kolay kolay insanların yüzüne kırıcı konuşmaz. Güzel rüyalar görür. Güzel hülyalar kurar. Ben rastlamadım ama, herhalde keramet de gösteriyordur. Bir oturuşta kırk sayfa risale okuyor da olabilir. Belki Hafızdır... Bilmiyorum. Bunlar onun hep şahsi faziletleri. Ben yazımda onun hiçbir şahsi faziletinden bahsetmedim. Zaten bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni yaptıkları değil, yazdıkları ilgilendiriyor. “Büyükleri övmeyelim, örnek alalım diyor “gürcan”. Haklı. Ben de öyle yaptım. Yani Karabaşoğlu’nu övmedim. Sadece onun dünyasının sınırlarını tespit etmeye çalıştım. Onun sınırsız olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bu güne kadar ki hassaten Rasülallahla ilgili tespitlerini içeren yazılarını okuduktan sonra, hassaten “asl-ı saadeti” okuduktan sonra “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” kabilinden övgüyü de hak ettiğini hatırlatmalıyım. Ayrıca Peygamberimizin isimleri misalini burada hatırlatmak isterim. Malum Peygamberimizin Rabbimizin bir çok ismi olduğu gibi bir çok ismi vardır. Her meslek ve meşreb sahibi O’nu bir başka adla muhatap olur. Mesela tasavvuf ehli Onu “övmek” için Ahmet ismini öne alır. Ehl-i aşk ise Habib ismi üzerinde durur. Risale ise umumiyetle peygamberimizin bütün isimlerini cem eden Muhammed ismi üzerinde yoğunlaşır. Benim Karabaşoğlu’nu övmeye kalkmam Risale meşrebine göre uygun değildir. (Karabaşoğlu meselesi ile ilgili yeni bir yazı yazmak zorunda kalmasaydım, bu günlerde Resulullah’ın bu isimleri üzerine bir yazı yazma niyetindeydim.)

Ben yazılarımda mümkün olduğunca ünlem işareti kullanmamaya çalışırım. Özellikle muhatabım belli ise... Zira ünlem bir öfkeyi veya alayı içerir. Birinin bana öfkelenmesini hoş karşılarım. Zira, kendisinin savunduğu hakikatin benim savunduğum hakikatten daha üstün olduğunu düşünmektedir. Ama alay eden kimsenin benim fikrimi hiç önemsemediğini düşünürüm. Buradan da o kişinin pek de hakikat arayışı içerisinde olan birisi olmadığını düşünürüm.

“merak... melek, 30.03.2006, ankara” başlığı ile yazan yorumcu “Karabaşoğlu bizler için bir sigortadır. Karabaşoğlu’nun muhakeme, tefekkür ve teyakkuzu bizim aramızdan ayrıldığında bizler için mukadder olan şey başımıza gelecektir.” şeklindeki ifadem için şöyle diyor: “Ben bu paragrafı hiç anlayamadım.. Yoksa hep eleştiregeldiğimiz durumlara mı düşüyoruz.”

Hadis’in tam metnini veremiyorum, ama hatırladığım kadarıyla, hadiste Rasulallah mealen, sahabalerin ümmet için bir sigorta olduğunu, onların ümmetten çekilmesi ile birlikte ümmetin başına mukadder olan şeylerin geleceğini söylüyor. Ben bu ifadeden şunu anlıyorum. Sahabenin Kur’an karşısındaki hassasiyeti ümmet içinde devam ettiği müddetçe, ümmetin başına kötü hadiseler gelmeyecektir. Bu benzetmeleri genişletebiliriz. Mesele Gazali’nin felsefi anlayışı mümin felsefecilerde hakim olmaya devam ettiği müddetçe, felsefe mesleğinde giden mümin zarar görmeyecektir. Ebu Hanife mantığı ile hadislere ve hadiselere bakmaya devam eden kişiler aramızda olduğu müddetçe başımıza kötü şeyler gelmeyecektir. Said Nursi aklı bir bütün olarak özelde Nur talebelerinin, genelde bütün insanlığın içinde hüküm ferma olmaya devam ettiği müddetçe insanlık huzur ve sükuna erecektir. Onun aklı aramızdan çıkarıldığında başımıza mukadder olan şey gelecektir. (Misal güneydoğu sorunu. Bu soruna Nursi aklıyla yönelinmiş olsaydı böyle bir sorun şimdi gündemde olmazdı.) Karabaşoğlu da hemen bir çok Nur talebesinin ortak kanaati olduğunu sandığım Risale’ye yönelişteki hassasiyetleri itibarıyla bir boşluğu doldurmaktadır. Risale’nin metnine yönelik isabetli vurguları ile bir damar açabilmiştir. Yazdıkları itibarıyla söylüyorum ki, böyle bir bakış açısı, muhakeme, tefekkür ve teyakkuz hali bizim içimizde olduğu müddetçe bizim Risale ile uyuşmayan davranışımız çok fazla olmayacaktır. Ama bu mantıktan uzaklaşırsak bazı dünyeviliklerin içine girebileceğimiz gibi, bir takım meşrebi hatalara da düşebiliriz. Buradan Karabaşoğlu’nu sahabeyle ilişkilendirdiğim düşünülmemiştir umarım. Zira böyle bir durumda benim sahabelerle Said Nursi’yi de ilişkilendirdiğim düşünülebilir ki, en azından bir önceki kadar hata yapılmış olur. Bilmiyorum yeterli bir cevap oldu mu? Melek hanımın sorusu beni muhtemel bir yanlış anlaşılmadan kurtardığı için sevindim. “Anlama” odaklı bir meraktan dolayı kendisine teşekkür ediyorum.

Bir önceki paragrafta Melek hanımın merakı beni ne kadar sevindirdi ise, “!!!!!!!!!! murat, 05.04.2006” rumuzuyla yorum yazan yorumcu da o kadar üzdü. Yorumcu yorumunda “Yorumları okudumda arkadaslar metin karabasoglu hakkinda bu kadar yazilani bile abartili bulmuslar. ama biraz acele etmisler galiba. cunku bu kadar tartismaya sebep olan ozellikler metin karabasoglunun ozellilerinden sadece birkaciymis. yazar oyle soyluyor. sevgili yazardan devamini bekliyoruz. “ diyor. Bu ifadelerin muhatabı bence Mustafa Oral’dan ziyade Karabaşoğlu’dur. Ancak Karabaşoğlu ile bir sorunu olan kişi bu ifadeleri kullanabilir. On beş kadar gerçekten güzel kitaplar yazmış birisi için en az on beş güzel cümle daha kullanılabilir herhalde. Bu konuda benden daha güzel yazılar yazacak kişilerin olduğunu da tahmin ediyorum. Ayrıca baştaki “!!!!!!!!” işaretleri de üzücü. Ben olsaydım ünlem yerine soru işareti koyardım ki, kendimin hiç olmazsa anlamak veya anlatmak meramı olan birisi olduğu havasını vermeye çalışırdım. Melek hanım benim bir eksiğimi tamamladı. Ama “murat” isimli yorumcumuz neredeyse benim ihlasıma halel getiriyordu. Ben yazdıklarından bunları hissettim. Yine de yanlış anlamış olabileceğimi yedeğime alarak, maksadı aşan bir ifade kullandıysam kendisinden ve bütün okurlardan helallik dilerim.

İsmet Seyfullah yorumunda “Yazarın üslubunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Hedef Metin abi olmamalıydı. Şüphesiz bazı insanlara şükranlarımızı muhabbetimizi sunacağız ancak üslup çok önemli. Yani mesela şu cümle, "Karabaşoğlu bizler için bir sigortadır. Karabaşoğlu’nun muhakeme, tefekkür ve teyakkuzu bizim aramızdan ayrıldığında bizler için mukadder olan şey başımıza gelecektir." Hakikatten Metin Karabaşoğlu na ciddi bir haksızlık var. Bu sanki tüm alimlere tüm herkese bir kıyaslama yapılmış çok tehlikeli. Mustafa abi Metin abiyi çok seviyor olmalı Allah muhabbetinizi artırsın ama bu belki de daha çok sizin dünyanıza hitap ediyor o yüzden bu tartışmalar oluyor.” diyor. Bu yorumda akl-ı selim görüyorum. Maksat üzüm yemek... istifade etmek ve ettirmek. Benim yazım Karabaşoğlu’nun editörü olduğu bir sitede değil de filanca muhafazakar gazetede yayınlanmış olsaydı bu eleştirilerin ve tavsiyelerin çoğu olmayacaktı. Zira bu sitede bir tarafta Karabaşoğlu’nu gerçekten samimane seven insanlar var. Bir taraftan da sevdiğini söylediği halde sevgisinden nispeten şüphe ettiğim insanlar var. Ama benim yazım sevmek veya sevmemek üzerine kurulmuş bir yazı değil. Ben Karabaşoğlu’nu bir muhatap olarak görüyorum.. Mesela ben insan olarak sevmediğim Murat Belge’yi de, Mete Tuncay’ı da muhatap olarak görüyorum. Ama filanca muhafazakar gazetede yazan sevdiğim yazar bir ağabeyimizi muhatap alamayabiliyorum. Bununla beraber muhafazakar yayın organlarınla hem muhabbet ettiğim, hem de muhatap aldığım yazarlar da var. Ama Karabaşoğlu meselesi benim için farklı. Onu ilk elden muhatap olarak görüyorum. Ona karşı muhabbet veya sadakat bu yazı öznesinde çok da önemli değil. Bizlerin Risale’yi bu bakış açısı ile okumaya başladıktan sonra aşk, muhabbet gibi gerçekten de kişiden kişiye değişebilecek şeyleri merkeze alarak birilerini değerlendirmeye kalkmamız doğru olmaz. Ben İsmet Seyfullah’ın gidiş yolunu doğru buluyorum. Ama kurduğu denklemde bir-iki değişiklik olursa daha isabetli olacağını zannediyorum.

Bazı yorumcular Zaman gazetesi ve Fethullah Gülen meselelerine girmişler ki, bunların benim söz konusu yazımla ilgisi olduğunu sanmıyorum. Benim bu sitedeki diğer yazılarımda örneğin Ahmet Yıldız’la ilgili yazımda da benzer bir üslup olmasına rağmen eleştiri ve tavsiye gelmemesine rağmen, konu Karabaşoğlu olunca bu kadar eleştiri ve tavsiye gelmesi de gösteriyor ki, söz konusu yazıya gelen eleştirel yorumlar benim yazımdan ziyade Karabaşoğlu ile ilgili bazı önyargı, çekince veya kanılardan kaynaklanıyor. Meselenin bir anda Gülen ve gazete meselesiyle irtibatlandırılması da bunu gösteriyor. Yoksa bu mesele ile ilgili benim ikinci bir yazı yazmam gerekmeyecekti.

Bazı yorumcular Karabaşoğlu ile ilgili değerlendirmelerimde biraz abartılı davrandığım ifade ediyor. “Dertli Dolap” bir abartı görmemiş. Karabaşoğlu’nun hangi özelliğinin abartıldığını soruyor söz konusu yorumculara. Ben de abartı göremedim. Ama ola ki maksadımı aşmış olabilirim. Gözümden kaçmış olabilir. Bu minvalde Karabaşoğlu’nu abarttığım yerler varsa hatırlatılabilir. Ben de düzeltmeye çalışırım. Ama okuyucuların söz konusu yazıyı yüz üzerinden değerlendirip, hemen her yazıda rastlanabilecek orandaki hataların da olabileceğini, bunlara da yapıcı eleştiriler getirmenin bir hak olmaktan ziyade bir borç olduğunu hatırlatmak isterim. Ne var ki yazının içinden cımbızla çekilmiş ifadeleri yazının tamamına teşmil edecek şekilde dillendirmenin de pek sağlıklı olmadığını düşünüyorum.

“Gürcan” Şeyh Ziyaeddin’in meselesini hatırlatıyor. Ben keramet gösteren bir Karabaşoğlu’ndan bahsetmiyorum. Asr-ı Saadeti Risale’nin gözüyle okumaya çalışan bir Karabaşoğlu’ndan bahsediyorum. Bu konuda “dertli dolap”ın “gürcan”a verdiği cevabın yeterli olduğunu düşünüyorum. Benim doğup büyüdüğüm çevrede bırakın bir şeyh, doğru düzgün bir hoca bile yoktu. Dolayısıyla bir şeyhe nasıl ittiba edilir, ona nasıl muhabbet edilir, bilemem. Bence yazıya getirilen yorumlar birazda burada kilitleniyor. Aramızdaki coğrafi farklılıklardan doğan anlayış farklılığı bu noktada belirleyici oluyor.

İzmir’den Yasemin Aslan “Bence bu kadar uzatmaya gerek yok.Mustafa beye

katılıyorum. İtirazlara üzüldüm gerçekten.” diyor. Bence de bu mesele bu kadar uzatılmaya değmez. Şüphesiz Yasemin Aslan’ın yazıyla ilgili ufak-tefek şerhleri vardır. Ama yazıyı bütün olarak değerlendirdiği için olacak eleştiri veya tavsiyeye mahal bazı ufak tefek meselelerinin altını çizme ihtiyacı duymamış. Öyle insanlar vardır ki tartışma konularını bile sohbet haline dönüştürürler. Öyle kimselerde vardır ki, hakkında ancak sohbet yapılabilecek bir meseleyi bile tartışma konusu haline getiriverirler. Yasemin Aslan birinci gruba giriyor sanki.

“Gürcan” “sevdigimiz bir insani yuceltmek icin ustu kapali dahi olsa digerlerine dokundurmak ve elestirmek ve yorum sayfasinda da bu tip yazilari dort gozle bekleyenlere firsatlar vermek ayri bir diger vartadır” diyor. Bu ifadeye katılıyorum. Hassaten içinde Asr-ı Saadetten bahsedilen bir yazıda yazının ruhaniyatına uymayan “Best-seller kitaplar yayınlayan Nur Talebeleri” ifadesi doğru olmamış. Bu yazıda bu ifade hiç olmayabilirdi. Bu minvalde “Gürcan”a da teşekkür ederim, duasını beklerim.

“gurcan” mahlasıyla yazan yorumcu “yazar , metin abinin boynuna kilinc cekme girisiminde bulunmustur maalesef ! o nazara verilmemeliydi ve tarzi sunulmaliydi daha cok. metin abinin en onem verdigi konu bu degilmiydi ? ( evet , kesinlikle ) ben metin abimi ustadin hz.ziyaeddini sevdigi gibi sevmeye devam edecegim.” Öncelikle söyleyeyim ki kavga etmesini bilmem. Kılıçtanda anlamam. Benim yazımda bir kılınç çekme durumu söz konusu ise hemen her İslami yayın organında hemen her gün birçok mübarek zat övülerek kılıçtan geçiriliyor. O hadisi bu günkü hadiselerle nasıl anlarız bilemem. Ama çatışmanın olmadığı bir dünya var içimde. Her türlü mesleki, meşrebi, cemaati çatışmadan arındırılmış bir dünya. Az ötemiz ölüm ise bu dünyada biri hakiki anlamda ne sevilebilir, ne de reddedilebilir. Ziyaaddin meselesine gelince. Bu gibi bir mesele benim zihnimi bu güne kadar pek meşgul etmedi. Hadd-i zatında bu yazı Ahmedi (sav) (öven) merkezli değil, Muhammedi (sav) (anlamaya-anlatmaya çalışan) merkezli bir üslupla yazılmaya çalışılmıştır ki, burada tarikat ve hakikat ayrımı belirleyici olmuştur. Bu sitedeki insanların tahkik ve hakikat ehli insanlar olduğunu düşünüyorum. Karabaşoğlu yanlış bir şey yazdığında, ben de dahil bu sitedeki herkes buna tepki gösterecektir. Nitekim bazı yazılarına eleştiri de geliyor. Usulünce gelmelidir de. Buradakiler “Risale”nin metnini birinci planda tutan kişiler. Benim yazıma gelen eleştiri ve tavsiyelerini okuyucular Karabaşoğlu’ndan da esirgemezler.

“Dertli Dolap” “Metin Karabaşoğlu’nu okuyarak Risale-i Nurla tanışmış bir insan olarak Mustafa beye aynen katılıyorum.Eğer onu okumamış olsaydım risale-i nurun bir okyanus olduğuna hiç bir zaman inanmazdım.Onu okudukça bu damlaların dayandığı bir okyanus olmalı diye düşünüyordum.İlk zamanlar risale-i nurdan hiçbir şey anlamasamda onun metin abinin yazdıklarından aldığım feyiz beni risale-i nura bağladı. Zaman içerisinde nur deryasından nasibimi almaya başladım.O yüzden insanları risale-i nur ısındırmak için öncelikle metin abinin kitaplarıyla birlikte okutmanın doğru olacağına -kendi deneyimimden hareketle -inanıyorum. Mustafa beyin best seller yazarlar ile ilgili notuda çok önemli. Best Seller kitaplar acaba bugüne kadar kaç kişinin nurlarla tanışmasına vesile olmuştur?” diyor. Daha benim bir şey dememe gerek yok. Bu ifadeler her halükarda benim söylemek istediklerim.

Maşaallah, Barekâllah... Ayhan KÜFLÜOĞLU, 28.03.2006, İstanbul. “Son paragrafınızın, son cümlelerine "gaybı Allahü Teâlâ bilir" diye şerh koyarak derim ki : Metin Abi hakkında dediklerinize tam bir teslimiyet ve rahat-ı kalble katılıyorum... Ben, genel olarak Metin Abi nin kitapları ve hususi olarak Karakalem den çıkan diğer kitaplar vesilesiyle (özellikle "Bilim in Ma rifetullah Boyutları" ve "Bilim in Öteki Yüzü") kıblemi sağlamlaştırabildim. Rabbime ne kadar hamdetsem azdır.” diyor. Ben de yorumcumuza maşaallah, barekallah diyorum.

Hülasa: Benim anladığım manada Karabaşoğlu’nun bu güne kadar ki yazdıklarından hareketle şunu söyleyebilirim ki, Karabaşoğlu’nu okuyan biri artık Metin Karabaşoğlu da dahil temel referanslar dışında hiçbir kişiye karşı tam bir teslimiyet içinde değildir. Teyakkuz tefekkür ve teellüm halindedir. Hassaten konu Risale ise... Dolayısıyla site sakinleri de, Karabaşoğlu’da bilir ki gerektiği zaman bu okur Karabaşoğlu’na da şerhler koymasını bilir. Umumiyetle bu sitedekilerin Karabaşoğlu’na karşı duruşu öncelikle “muhatap olma” yönündedir. “Muhabbet” tarafı ikincil durumdadır. Benim yazımın özü de bir “muhatap olma” halidir. İşin “Muhabbet” tarafı çok sonra gelir.

Söz konusu yazıdaki Karabaşoğlu ile ilgili ifadeler, onun yerine Mustafa Sungur, Mehmet Kutlular, Fethullah Gülen veya Kırkıncı Hoca hakkında söylenmiş olsaydı Ziyaaddin Meselesini hatırlatır durumlar oluşabilirdi. Haddi zatında bu şahıslar, bir kalem ehli olmaktan ziyade kemal ehli insanlardır ve bir cemaati veya cemaatsel bir algıyı temsil ediyor. Dolayısıyla burada bir tarafgirlik durumu istemeden de olsa oluşabilir. Ne var ki Karabaşoğlu bir kemal ehli olmaktan ziyade, kalem ehli olma haliyle değerlendirilmektedir. Burada Karabaşoğlu’nun Risale’yi anlama veya anlatma noktasındaki sıkıntıları ve problemleri de dillendirilebilir. Bu da başta yazarına olmak üzere hepimize fayda sağlar. Yazım hissi değildi. Hissi yaklaşılması da doğru değil. Akliydi ve akli eleştiriler getirilmeliydi. En azından istifade unsurunun öne alındığı bir yürekle okunmalıydı. Zira kimse hatadan ari değil. Her yazıda rastlanabilecek bazı hatalar ve eksikler benim yazımda da olabilir.

Burada söz konusu yazının bütünü ile ilgili çok fazla sıkıntının olduğunu düşünmüyorum. Gözden kaçmış veya açılması gereken yerlerin de olduğu doğrudur. Metne iyi niyetle yönelindiğinde okurların kahir ekseriyetinin de böyle düşündüğünü zannediyorum. Ne var ki metinden bağımsız olarak sürdürülen tartışmaların da olduğunu görmek beni üzdü. Zira buradan bakılınca biraz iyi niyeti aşan yorumların olduğunu hisseder gibiyim. Umarım yanlış hissetmişimdir. Böyle bir şey söz konusu ise söz konusu yorumculardan helallik ve dua dilerim. Bu sitedekiler olarak hiçbirimizin bir birimize karşı küsme veya kırılma hakkı yok. Aynı şekilse kızma ve sui zan etme lüksü de yok. Zaman zaman başka yazarların yazılarında da gördüğüm gergin tartışmaların bize çok fayda getirmediğini belirtmeliyim. Özellikle ekserinin kalitesinden (samimiyetinden demiyorum) şüphe etmediği Karabaşoğlu gibi bir kalem ehli hakkında tartışmanın anlamı yok. Sohbet tarzında bir diyaloğa ihtiyaç var. (Bu “diyaloğ” ifadesini de “diyaloğ!” şeklinde kullanmadığıma dikkat edilsin lütfen). Söz konusu yazının iyi ve kötü, eksik ve fazla tarafları ayıklanarak istifade medar şekilde yansıtılmasında fayda var.

Bütün yorumcu ve okuyuculara dua ile...

....

ASL-I SAADET

Mustafa Oral

Metin Karabaşoğlu kimdir? Bu soruya bir çok cevap verebiliriz. Bunlardan birkaçını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz.

a-Karabaşoğlu Said Nursi-Risale-Nur Talebeleri üçgeninde Nur Talebeleri lehine değişen algı dengesini, eski haline yani Risale lehine değiştirilmesine büyük katkı sağlamıştır. Böylece Nur talebeleri ile Said Nursi arasındaki kan dolaşımının sağlıklı işlemesi imkanı doğmuştur.

b-Risale-i Nur hareketinin ilk elden nakli, rivayeti ve vaazi (kelami) bir hal arz etmediğini, bilakis akli, dirayeti ve kalemi bir hal arz ettiğini ilk ifade edenlerden biridir.

c-Risale’nin Kur’an, Rasülallah ve sahabe ile ilişkisini gerçekçi bir şekilde hatırlatan, Üstad-Risale-Nur Talebeleri üçgenindeki gibi bir durumu Kur’an-Rasülallah-Sahabe-Risale dörtgenine taşımamıza yardımcı olan biridir.

d-Best-seller kitaplar yayınlayan Nur Talebeleri dışında, gerçekten de İslam tefekkür ve birikimini çok iyi kavramış ve bunu eserlerinde dillendirilmiş Nur talebelerinin de bulunduğunu gösteren biridir.

e-Kurduğu Karakalem dergisi ve yayınları ile Risale-i Nur’un diline ve tefekkürüne ciddi şekilde eğilen Nur talebeleri için lokomotif vaziyeti gören biridir.

f-Cemaatin pratikleri ile Risale’nin teorileri arasında sancılar çeken gençler için sığınılan liman olan, gidecek hiçbir yeri kalmayan kişiler için bir menzil ve medrese olan biridir.

g- Özelde Said Nursi, Risale ve Nur Talebeleri konusunda, genelde de hayatın geniş dairesinde takliden kabul görmüş ezberleri bozan ve olaylara tahkiki bir gözle bakmamıza vesile olan biridir.

Tanımları çoğaltabiliriz.

Metin Karabaşoğlu denince ilk elden benim aklıma yukarıda saydığım hususların sonuncusu geliyor: Ezberleri bozmak.

On yıl kadardır imkanım ölçüsünde Risale ile ilgili söylenenleri, yazılanları takip etmeye çalışıyorum. “Son Şahitler’den, “Aydınlar Said Nursi’yi Konuşuyor’a, Şerif Mardin’in “Said Nursi Olayı”ndan Cemal Kutay’ın “Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Said Nursi” kitabına kadar bir dizi çalışmayı okudum. Hemen her seferinde buralarda anlatılan hususlara karşı teslimiyetçi oldum. Bundan dolayı da Üstad, Risale ve Nurculuk hakkında zihnimde bir yığın yanlış veya eksik algı oluştu. Bu süreç Metin Karabaşoğlu ile tanışana kadar devam etti. Onun yazılarıyla tanıştıktan sonra zihnimdeki bu algılayışa bir “format” çekme ihtiyacı duydum. Ezberlerimi tekrar gözden geçirdim. Artık nispeten şerhler koyarak okuyabiliyor ve yazabiliyorum. Artık Risale ve Üstad hakkında söylenen ve yazılan hemen her şeyi bütünüyle kabul etmediğim gibi ret de etmiyorum. Bu teyakkuz ve tefekkür halinin bende oluşmasına vesile olduğu için Karabaşoğlu’na duayı bir borç biliyorum.

Yukarıda algı yanılması olarak nitelediğim hali en sarsıcı şekilde Cemal Kutay’ın “Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Said Nursi” isimli kitabı hakkında yaşadım. Açık söylemek gerekirse o günlerde Asr-ı Saadetle falan pek ilgilendiğim yoktu. Beni cümlenin sonundaki Said Nursi ilgilendiriyordu. “Bir Asr-ı Saadet Müslüman'ı ” Evet beni burası pek fazla ilgilendirmiyordu. Ondan sonraki “Said Nursi” ifadesi daha fazla ilgilendiriyordu. Cümleyi kafamda meleke haline gelmişçesine böldüğüm gibi, Said Nursi’yi de Sahabelerden ayırıveriyordum. Zira kitabı okuduktan sonra Said Nursi’nin sahabelerden en çok kime benzediğini sorguladığım bile yoktu. Şimdi düşünüyorum da o kitabı o günlerde iyi ki de sorgulamamışım. Zira kitabın içinde Said Nursi ile bağdaşmayan o kadar çok bilgi vardı ki, eğer oradan hareketle bir benzetmeye gitmiş olsaydım büyük ihtimal yanılacaktım. Yine Üstadı yanlış anlamaya ve anlatmaya devam edecektim.

Şükürler olsun ki, bu gün Üstadı sahabelerden birilerine benzetebiliyorum. Onunla sahabeler arasında bağlantılar kurabiliyorum. Onu bir asr-ı saadet Müslüman’ı olarak niteleyebiliyorum.

Karabaşoğlu daha önce yayımladığı üç kitaplık “Kur’an Okumaları” serisi ile bizim için Kur’an’la Risale arasında bir köprü olurken, “Hadis Okumaları” kitabı ile de Rasulullah ile Risale arasında köprü oldu. Yine üç kitaplık “Risale Okumaları” serisi ile bizim için Risale’ye yeni yollar açtı. “Tehlikeli Denemeler” ve “Saidleri Ararken” isimli kitaplarıyla Risale’nin köklerine ve temel unsurlarına yönelmemize vesile oldu. Bütün bu kitaplarında hemen her seferinde bizim ezberlerimizi bozdu. Algılarımızı değiştirdi. Bizi teyakkuz ve tefekküre sevk etti.

Karabaşoğlu’nun kısa bir süre önce yayımlanan “asl-ı saadet” isimli kitabı da yukarıda belirtmeye çalıştığım hususlara benzer bir ezber bozma vazifesi görüyor. Yazının dolayısıyla kitabın başlığını gördüğünüzde, siz de bu başlığı ilk elden “asl-ı saadet” yerine “ asr-ı saadet” olarak okumuş olmalısınız. Düzeltelim: Asl-ı Saadet.

Yazar bizi bu kitabıyla Said Nursi’nin Risale-i Ahmediye”yi anlatırken yaptığı gibi hayalen Asr-ı Saadete, Ceziretü’l Araba götürüyor. Oradaki hadis ve hadiselerde Sahabelerin hissini ve hissesini nazarlarımıza sunuyor. Asr-ı Saadetteki saadetin aslını ve asıllarını anlatıyor. Sahabelerin nasıl en güzel anlaşılabileceğini ve onlar gibi nasıl yaşanabileceğini misalleri ile açıklıyor. Peygamberimizin ve onun etrafında cennetmisal bir hayat yaşayan sahabelerin ibretli, hikmetli hayatlarından kesitler sunuyor.

Kitap vesilesiyle, bir asrı saadet Müslüman’ı olarak nitelediğimiz Üstadımızın hangi sahabeden hangi dersleri alıp, hangisini hangi halleri ile rehber ve önder alarak Risale-i Nur gibi bir eser, Nur Talebeleri gibi bir nesil ortaya koyduğunu daha iyi anlıyoruz.

Kitap bize, nasıl ki Risale-i Nur Kur’an’ın bir manevi tefsiri ve günümüzdeki bir dili, usulü, esası ve üslubu ise, nasıl ki Üstadımız Resulallah’ın bu asırdaki bir manevi mümessili ve şakirdi ise, Üstadın şakirtleri Nur Talebelerinin de Rasülallah’ın şakirtleri olan sahabelerin bu asırda manevi misali ve timsali olmamız gerektiğini hatırlatıyor. “Sahabelerim yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsanız, yolunuzu bulursunuz.” şeklindeki hadis-i şerifin altını çizen yazar, bize

“Sizin yıldızın kim?” diye soruyor.

Bu kitap vesilesiyle, gerçektende Resulallah’ın her sahabesinin bir yıldız gibi olduğunu daha iyi anlıyoruz. Her çağda, herkese yol gösterecek ışığı ve feri üzerlerinde taşıdıklarını görüyoruz. Hz. Ebubekir’deki vahye dayanan bir peygambere duyulan sadakatin ifadesi olan sıdk ile kendimizi teçhiz ediyor, kişi merkezli bir sadakat anlayışına sahip olduğumuz takdirde fanatikleşebileceğimizi hissedebiliyoruz. Hz. Ömer’deki hakikat, adalet ve samimiyet duygusuyla pekişen Faruk sıfatıyla, Furkan olan Kur’an’a nasıl yöneldiğimizde hidayete, dolayısıyla da Muhammed Mustafa’ya ulaşabileceğimizi anlıyoruz. Hz. Osman’daki hayanın ve hilmin birçok ilim ve amelden daha fazla terakkiye medar olduğunu görüp, aslolanın aktivizm değil de, yerinde ve zamanındaki haya ve hilmin olduğunun farkına varıyoruz. Hz. Ali’deki ilmin nasıl bir sülaleyi velilerin sultanı ettiğini anlıyoruz.

Bir hal vardır ki, durumdan öte bir anlam taşımaz. Bir durum vardır ki olaydan öte bir mana taşımaz. Ama bir hal vardır ki, o halin içine hakiki bir kul girer de, o hal bir durumu ifade eder, o durum da bir olayı hatırlatır. O olay da olay olmaktan çıkar, bir olguya dönüşür. O olgu da binlerce hakikate pencere olur. Kulluğun kemalinde olan dört halife olayları olgulara dönüştürüp, çağları aşan bir mesajın makamı olurken, Resulallah'ın her biri birer yıldız olan diğer sahabeleri de benzer bir mesajın menzili olmuşlardır. Karabaşoğlu’nun kitabında olayları olgulara dönüştüren bu isimlere de rastlıyoruz. Asr-ı saadette onların her birinin bir yeri ve zamanı vardı. Onlardan biri Talk b. Ali’ydi. O Resulallah’ın duasıyla elinde sanata dönüşen çamur işçiliğiyle mimarların üstadı olmuştu. Bir diğeri Nuaym, sayıca Müslümanlardan kat kat fazla olan düşmanları birbirine düşürerek, Müslümanların savaşı kazanmalarına vesile olmuş ve aritmetiğin her şey olmadığını ispat etmişti. Efendisi Ümeyye’nin bütün baskılarına rağmen "Ehad! Ehad!" diye Rabbini anmakta sebat gösteren Bilal, bize bu çağda Ümeyyelere karşı nasıl mücadele edebileceğimizi gösteriyor. Zeyd b. Sabit de bize bir çok ikinciliğin birincilikten daha iyi olabileceği mesajını veriyor.

Efendimiz “Sahabelerim sizin için bir sigortadır. Onlar gidince sizin için mukadder olan şey başınıza gelir” demişti. Karabaşoğlu’nun “asl-ı saadet” isimli kitabını okuduktan sonra şöyle diyebiliriz artık: Karabaşoğlu bizler için bir sigortadır. Karabaşoğlu’nun muhakeme, tefekkür ve teyakkuzu bizim aramızdan ayrıldığında bizler için mukadder olan şey başımıza gelecektir.

  18.04.2006

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut