SON BİRKAÇ aydan beri, sürekli, Bediüzzaman’ın ‘Eski Said’ olarak hayatı hatırıma geliyor. Muhakemat ve Münazarat sayfaları arasında dolaşıyor zihnim. Âlem-i İslâm’a dair, ona o gün feryad ettiren meselelerin önemli kısmının hâlâ ortada duruşundan mıdır, yoksa ruhumun bu meselelerin önemli kısmının hâlâ daha ortada olmasından dolayı muazzeb oluşundan mıdır bilmem, yıllar yılı ‘Yeni Said’le yargıladığım ‘Eski Said’e ziyade bir gönül yakınlığı duyuyorum nicedir.
Yeni Said, bir okyanus kadar geniş ve dingin. Eski Said ise, bir çağlayan kadar coşkulu. Yeni Said bende bir umman çağrışımı uyandırırken, mecraını arayan bir ırmak görüntüsü var Eski Said’de... Mecra arayışı içinde oraya buraya başvurduğu ama henüz mecraını bulamadığı için de, gürültülü, gergin ve bir derece bulanık. Ama bu onun kabahati değil; gür bir pınar dar bir mecrada akamazdı ki zaten...
Son aylarda Eski Said’i ne zaman tahattur etsem, ondaki o asabîlik, o gerginlik, o bir türlü durumdan razı olamama hali, o yapılacak çok şey görüp yapılmış çok şeyle karşılaşma tedirginliği, o kopacak fırtınayı hissettiği halde bunu anlatamama gerilimi o kadar çok, o kadar güçlü bir şekilde hissettiriyor ki kendisini, ‘büyük yalnızlık’ diyorum buna.
Bediüzzaman’ın büyük yalnızlığı...
Bir insan düşünün ki, tepenin ötesindeki düşman ordusunu görmüş, ama feryadına “Huzurumuzu bozma!” karşılığı alıyor.
Bir insan düşünün ki, ‘beşyüz yıllık bir uyku’dan uyanmaya çağırdığı insanlar, ona “Daha uykumuzu alamamıştık” muamelesiyle yaklaşıyorlar.
Bir tabib düşünün ki, hastalığın derece-i şiddetinin farkında, ama hastalar ve yakınları onu ‘abartmakla’ suçluyorlar.
Muhakemat’ı bir de bu nazarla okuyun.
Münazarat’ı da...
O zaman anlarsınız, Eski Said’in kendisi için neden ‘Bid’atü’z-zaman’ ünvanını uygun bulduğunu... Neden memleketinde hem alimlerle hem de valilerle, İstanbul’da ise üstüne üstlük bir de padişahla kavgalı olduğunu... Eski Said deyince, neden neden neden hep bir derdin, bir asabiliğin, bir gerginlik ve gerilimin ön planda olduğunu.
Eski Said yalnız adamdır. Koca koca çınarlar arasındadır, ama o koca çınarlar bu koskoca çınar olacak fidanın hissettiği fırtınadan habersiz, ona tepeden bakmaktadır. Önce memleketinin fakr-u halinden dolayı yüreği dağdar olan, o hamiyetle Medresetü’z-zehra hayali kuran, o hayalin peşinde yolu İstanbul’a düştüğünde memleketinin halinden de beter ve bütün âlem-i İslâm’a şamil bir büyük problemin farkına varan bir insandır o. ‘Medeniyetten istifa’sı bu şartlarda gerçekleşmiş, Muhakemat bu şartlarda yazılmış, aşâirle Münazarat bu şartlarda vuku bulmuştur.
Gelin görün ki, Muhakemat’ında hissettiğiniz ‘anlaşılamama gerginliği’ni, Münazarat’ın soru-cevapları arasında daha bariz bir halde görürsünüz.
Görürsünüz ki, “Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıb bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarı atmak istiyorsunuz? Hem de umum kemalatı câmi’, bütün nev’-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti ne cür’etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz?” gibi bir söz, durduk yerde söylenmemiştir. Bediüzzaman’ı o kadar daraltmışlardır ki, o büyük yalnızlık içinde daral geldiği için söylenmiştir.
Görürsünüz ki, “İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. (...) Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. (...) Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakaikını hayal tevehhüm etsinler” sözü de durduk yerde söylenmemiştir.
Görürsünüz ki, “Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslamiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin” sözü de lâf olsun diye, öylesine söylenmemiştir.
“Kimin himmeti milleti ise, o kendi başına bir millettir” sözünü de Bediüzzaman’ın durduk yerde söylemediği gibi...
Gelin görün ki, koca bir millet-i İbrahim’in derdini yüreğinde taşıyan insan, dertlerini yüreğinde taşıdığı, gelen fırtınaya karşı uyardığı insanlar tarafından anlaşılamamakta; olan hem bu koca millete, hem de onlar üzerinden hakikat-ı İslâmiyete olmaktadır.
Bediüzzaman’ın ‘Eski Said’ olarak yaşadığı büyük yalnızlığı hissedebiliyorum.
Anlaşılamamanın, üstelik yanlış anlaşılmanın ızdırabını da...
Zira, derdim de, yüreğim de onun kadar büyük olmamakla birlikte, ben de sıklıkla yanlış anlaşılıyorum.
Benim için saklı duran düğüm ise, Eski Said’in o büyük yalnızlığından Yeni Said’in büyük ünsiyetine; Eski Said’in gerginliğinden Yeni Said’in sükûnet ve dinginliğine geçişin dinamikleri...
Bunun sırrını çözebildiğim gün, inanın çok rahatlayacağım.