BUGÜN BİR gazetede okuduğum bir haber beni bu yazıyı yazmak için tetikledi ve uzunca bir süredir kafamı meşgul eden ailenin durumu ile ilgili düşüncelerimi yazıya dökmeme vesile oldu. Haber özetle Türkiye nüfusunun yaşlara dağılımı ile ilgili bir araştırmanın sonuçlarını aktarıyordu. Bu habere göre Türkiye’deki genç nüfus oranı hızla düşmekte, bununla birlikte doğal olarak nüfus genel olarak yaşlanmaktaydı. Oysa çok değil birkaç yıl önce Türkiye tüm Avrupa’da genç nüfusun en fazla olduğu ülke idi.
Haberi okurken içim cız etti. Çünkü işim gereği çok sık yurtdışına gidip gelen ben, bunun nedenini cok iyi biliyordum. Hatta daha geçen hafta Avrupalı iki arkadaşımla Avrupa’daki aile ve ahlâk kavramları üzerine uzunca ve hazin bir sohbet etmistik.
Bu iki arkadaşımdan birisi yıllar önce boşanmıştı ve ondokuz yaşında bir oğlu vardı. Oğlu annesinde kalıyordu ve kendi deyimiyle ayda yılda bir gorüşüyorlar, oğlu ise onu çok az arıyor, vaktini daha çok arkadaşlarıyla geçiriyordu. Bu konuşmamızdan bir akşam önce, üç yıldır birbirimizi tanıdığımız halde, beni ilk defa oğluyla tanıştırmıştı. Beraber yediğimiz akşam yemeğinin ana konusu baba-oğulun birbirlerini goremeyişleri idi.
İkinci arkadaşım ise ‘birlikte yaşadığı’ partnerinden çok kısa bir zaman önce ayrılmıştı. Bu ilişkisinden ikibuçuk yaşında bir kız çocuğu vardı. O ise kızını ne kadar sevdiğini ve özlediğini anlatıyor, annesinin kızı için çok basit bir tatlıyı bile yapmadığından şikayet ediyordu. Birincisi 51 yaşında, ikincisi ise 40’ına yakın olan bu iki adamın anlattıklarını hüzünle ve içim parçalanarak dinledim. “Nerede o annelerimizin zamanındaki geleneksel aile!” diyorlardı. “Eve gelirdik, tum aile beraber olurdu, annemiz yemek yapar, hep birlikte olurduk.”
Sonra da kendi ailesini anlatmaya başlıyordu birisi. Aslında anlattığı şey, Türkiye’nin de çok maharet sanıp hızla peşinden gittiği Avrupa’nın medenî ailesiydi. Okumuş ve tahsilli anne hiçbir ev işini yapmıyordu, çünkü bu işleri yapacak hizmetçiler vardı. Anne ya çalışıp kariyer yapıyor; çalışmayanlar ise alışveriş, güzellik merkezi, çeşitli sosyal aktiviteler arasında koşuşturuyordu. Çocuklar ya anneannelerinde, ya yuvalarda, ya da bakıcıların ellerinde, ANNESİNDEN uzak büyüyorlardı. Bu iki adamın hali o kadar acıydı ki, halleriyle ve elemleriyle bu sistemin yürümediğini itiraf ediyorlardi. Avrupa’da aile kavramı parçalanmıştı, ve çok açık olarak bu çok kısa bir süre içinde fertleri, hemen arkasından da toplumları ümitsizliğe ve çöküşe sürükleyecekti.
Tabiî, iki kişinin durumundan yola çıkarak bu sonuca varıyor değildim. Uzunca bir süredir gidip geldiğim yurtdışı gezilerinde bunu hep öozlemlemiştim. İşim gereği gorüşüp tanıştığım onlarca kişinin yarıdan fazlası eşlerinden ayrılmıştı. Çocuk oyununa çevrilen evlenip ayrılmaların, çok sıklıkla rastlanan ve sıkça partner değiştirilen ‘birlikte yaşama’ların doğal sonucu olarak ahlâk kavramı da ayaklar altındaydı. Çok özür dileyerek söyleyeceğim, sokaklar et pazarı gibiydi. Ve başka bir acı ve bu durum karşısında normal bir sonuç olarak sokaklarda çocuk yoktu!
Avrupalılar, bireysel heva ve heveslerinin peşinden koşuyorlardı, çünkü çağdaş medeniyet ferdi birinci planda tutuyordu. Bencillikleri yüzünden geleneksel aile kavramından uzaklaşan Avrupa kendi geleceğini yok ettiğini iş işten geçtikten sonra çok acı bir şekilde anlıyordu. Yine yurtdışındaki televizyon kanallarında Avrupa’da boşanmaların neden bu kadar fazla olduğu tartışılıyordu.
Avrupa yaptığı bu hatanın yeni yeni farkına varıp pişmanlığını yaşarken, bizim ülkemiz de hızla bu matah akımın peşinden gidiyordu. İşte bu iki arkadaşımın üzüntülü halleri ucundan bana da dokununca hüznüm ziyadeleşmişti. Çağdaş aile mantığı, televizyon, gazete ve magazin dunyasının tum gazıyla süper hızlı bir şekilde yayılıyordu. Hanımların yeni sloganı “Çocuk da yaparim, kariyer de!” idi. Tabii yapabilirlerdi, ama sonuçlarını görebiliyorlar mıydı?
Maalesef Türkiye işte bu yanlış yolda gidiyor. O yüzden sabah gazetede okuduğum haber hiç şaşırtmadı beni. Evet, Türkiye’deki çocuk nüfusu hızla azalıyor, çünkü aile kavramı çatırdamaya başladı. Öyle görünüyor ki hepimiz bu acı süreci yaşayıp tecrübe edeceğiz, gördüğümüzden ders almayarak pişmanlıklarla öğreneceğiz.
Aile birlik ve bütünlüğünün bozulmasından ancak ve ancak Allah’a sığınıyorum. Sanırım yapabileceğimiz tek şey bu: DUA…