ESKİLER, ONA hane-i saadet demişler. Yani, mutluluk evi. Aslında sadece ev demeleri yetiyormuş ama, mutlulukla o kadar özdeşleşmiş ki, ev, mutluluk kelimesi ile birlikte zikredilir olmuş. Bizim şimdilerde, ‘mutlu yuva’ dediğimiz ‘ev’i onlar, hane-i saadet olarak anıyorlarmış.
Onların hane-i saadeti, ailenin tüm fertlerinin bir arada olmasıyla bozulmuyormuş. Gelin, kayınvalide, kayınpeder, diğer çocuklar vs. ailenin tüm fertleri, bir arada yaşıyorlarmış. Kayınvalide, gelini ezmek bir yana, onun en büyük yardımcısıymış; baba, yeni evlenen oğlunun mutlu bir yuva kurmasında en büyük bir destek imiş. Yeni evli çiftler, büyük bir aile topluluğunun içinde çok fazla sıkıntı çekmeden yaşamaya devam ederlermiş. Büyüklerin tecrübelerinden maksimum düzeyde yararlanırlarmış.
Yeni evli kimseler, hemen çocuk yaparmış; şimdiki gibi ‘Bir müddet daha çocuk yapmayalım, hem biraz hayatımızı yaşayalım. Ayrıca, kendimizi henüz hazır hissetmiyoruz’ gibi modern takıntıları yok imiş. Ve aile hayatının, çocukların varlığıyla daha çok piştiğini biliyorlarmış. Çocuğun, ailenin bir meyvesi olduğunu, meyvesiz ağaç gibi, çocuksuz bir ailenin de mutlu olamayacağını bildikleri için, büyük anneler ve büyük babalar, çocuklarını evlendirir evlendirmez, onlardan çocuk bekliyorlarmış.
Onların hane-i saadetinde çocuk sayısı önemli değilmiş. Önemli olan, çocukların nasıl yetiştirildiği imiş. Elbette ki çocuk sayısının fazla oluşu da bir sorun olmuyormuş, çünkü büyük bir aile yapısı içinde, dedeler veya nineler, çocuklarla zaten ilgilendiğinden, çocukların anne ve babaya değil yük olmaları, büyükler için bir mutluluk kaynağı imiş. Bunun yanında, fazla çocuklu evde, büyük çocuklar, küçük kardeşleri ile ilgilendiklerinden dolayı, anne babalarının işlerini de hafifletiyorlarmış. Ve aile içi eğitim, dışarıdaki eğitime çok da fazla ihtiyaç duymadan yürürmüş. Üstelik, bu güne nazaran daha da zor olan o günkü ekonomik şartlarda, çocukların fazlalığı, ev ekonomisini pek de zorlamıyormuş. ‘Misafir, rızkıyla beraber gelir’ misali, eve gelen her çocuk, kendi rızkını da beraberinde getirdiğinden dolayı, ailenin nüfusunun kalabalık oluşundan dolayı, rızk derdinden şikayet eden pek az imiş.
Onların hane-i saadetinde, hanımlar, erkeklerinin ‘gözünün dışarıda’ olmasını istemediklerinden dolayı, erkeklerine saygıda kusur etmezlermiş; erkeklerini memnun ederlermiş. Erkekler de hanımlarına saygıda ve sevgide kusur etmezlermiş. Bu yüzden ne erkeğin ‘gözü dışarıda’ olurmuş. Ne de hanımlar, erkeklerinden şüphe ederlermiş. Üstelik erkekler, bu günkü gibi çok fazla çalışmadıklarından dolayı, evlerine, hanımlarına ve çocuklarına daha fazla zaman ayırırmış. Böylece ne hanım bu günkü gibi ilgisizlikten şikayet eder, ne de erkekler bu günkü gibi ‘yeterince ailemle ilgilenemiyorum’ diye hayıflanmazmış.
Hem evin erkeği, hem de hanımı, yekdiğerine saygı ve sevgiyi esirgemediğinden, onların hane-i saadeti, bir mücadele ortamına dönüşmezmiş. Hoşnutsuzluklar ve aile içi problemler var olmasına rağmen, bu, çoğu kere bu büyük aile ortamında çözülürmüş. Bu günkü gibi erkek ve kadınların eşit olup olmadığı, kimin kimden üstün olduğu gibi konularda tartışmalar olmazmış. Farklılık, parçalanmaya değil, tanışmaya vesile olurmuş. Ne kadın, erkeği ile üstünlük mücadelesine girer, ne de erkek güç mücadelesine girermiş. Bu yüzden ne erkeklerle mücadele eden bir kadın hareketi, ne de kadınları hor gören bir erkek anlayışı yok imiş. Aile, bir mücadele ortamı değil, bir yardımlaşma ortamı imiş.
Onların hane-i saadetinde boşanmalar, bu günkü kadar değilmiş. Çünkü, hanımların boşanma hakları yokmuş. Bu yüzden, boşanma, hanımların aklına bile gelmiyormuş. Eğer, evin erkeği, hanımına zulmederse, evin hanımı, mahkemeden(veya hakemlerden) boşanma isteğinde bulunabiliyormuş, ama bu hakkı çok fazla kullanan olmamış. Çünkü, o günkü aileler mahkemelere düşecek kadar, sorunlu ortamlar değilmiş. Basit, normal aile içi tartışmalarda bu günkü gibi, hemen hanımların aklına boşanma fikri gelmiyormuş. Bir şekilde anlaşarak, yahut da konu mahkemelere taşınmadan, aile büyüklerinden oluşan bir hakem heyetinin, aralarını bulmasıyla da aile saadeti yeniden tesis ediliyormuş. Böylece, mahkemelerdeki gibi, birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemeden, ailenin sırları daha fazla dışarıya taşmadan, sorunlar hallediliyormuş.
Boşanma fikri, akla gelse bile, erkeğin aklına geliyormuş. O da bu günkü gibi her zaman boşanma ile sonuçlanmıyormuş, çünkü o, çoğu kere bu hakkını kullanmıyormuş. Kullanılsa bile, boşanma sonrası bakım masrafları ve nafaka gibi yükümlülüklerden dolayı, bu hak, öyle bu günkü gibi rastgele kullanılmıyormuş Bazen erkeğin, ikinci bir hanımla evlendirilmesi bile bir boşanma fikrini yok edebiliyormuş. Böylece, boşanarak daha fazla zor duruma düşebilecek bir hanım, ikinci bir hanımla birlikte aynı erkeği paylaşarak, çocuklarının babasız kalmasına müsaade etmiyormuş.
Onların hane-i saadetinde birden fazla hanımın varlığı bile aile saadetini bozmuyormuş. Üstelik bir kimsenin ikinci bir evliliği, birinci evliliğini bırakın bitirmeyi, birinci evliliğini biraz daha perçinliyormuş bile. Aslında evliliklerin çoğunda her hangi bir sorun yok imiş. Bu günden bakıldığında, eski zamanda sanki her kesin birden fazla hanımının olduğu yanılgısı, gerçek değilmiş. Gerçekte, erkeklerin büyük bir kısmı, tek eşlilikle iktifa ediyormuş. Ancak çoğunluğun bu şekilde olmasına rağmen, çok eşlilik hukukunun var olması, hem erkekler hem de kadınlar için, bir terbiye vesilesi imiş. Evin erkeği, reisliğini bihakkın eda etmeyle ve kadın haklarını zayi etmemeyle imtihan oluyormuş. Evin hanımı ise, erkeğinin bu hakkının var olduğunu bildiğinden dolayı, onun bu hakkını kullanmaması için elinden gelen gayreti gösterip göstermemekle imtihan ediliyormuş. Ailenin her iki ferdi de bu şekilde, Allah tarafından terbiye ediliyormuş. Bu yüzden, boşanan ve parçalanan aile sayısı oldukça az imiş.
Bu güne geldiğimizde, modern aile bireyleri olarak, parçalanmayı iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Geçmişin o büyük ve köklü aile yapısı, yerini küçücük ve her an dağılabilir bir aile yapısına terk etmiş gözüküyor. Modernizmin, aile yapımıza vurduğu en büyük darbe, aile yapımızı küçültmesi ve sonra parçalara ayırmasıdır.
Önce, büyük aile ortamı yok olmuş; sonra da aile fertlerinin(mesela çocuk) sayısı, rızık endişesi ya da modern kaygılardan dolayı, düşürülmüştür. Sonra da ailedeki, erkek-kadın-çocuk gibi ayırımlar, keskin ayırımlara dönüştürülmüş ve her birinin hakları bağımsız bir şekilde düşünülmüştür. Kadın hakları, çocuk hakları, erkek hakları gibi modern haklar kategorisi oluşturulmuştur. Bir hak, geliştirilirken, diğerlerinin hak alanı daraltılmıştır. Veya bir hakkın yaşanması, diğerleri ile yapılacak bir mücadele ve hakkın kazanılması ile mümkün oluyor. Böylece her aile ferdi, diğerine karşı haklarını korumak ve sınırlarını belirlemiş, ancak, aile içinde olması gereken saygı-sevgi-şefkat gibi kavramlarını yitirmiştir.
Bu gün, batıda bırakınız bir hane-i saadet hayalini, bir batılı aile yapısından söz etmemiz bile zor gözüküyor. Geçmişimizdeki hane-i saadetimizle kıyası kabul etmeyecek derecede bozulmuş ve dejenere olmuş batılı aile parçacıklarının bir araya gelmesi yakın gelecekte biraz zor görünüyor. Doğulu aile tablolarında ise, batı tipi aile içi mücadelelerin yer yer kendisini gösterdiğine şahit oluyoruz. İslami aile ortamında, entelektüel kapasite arttıkça, aile saadetinin artması beklenirken, tam tersi gelişmelere de şahit oluyoruz. Acaba, ilim tahsili uğruna mücadele verdiğimiz bir başörtüsü konusunun, kaderin eliyle bize musallat olan kaderin bir şefkat tokadı olabilir mi? Elbette ki ilim, erkek ve kadın her kes üzerine farzdır. Ancak, ilim arttıkça, sevgi ve saygı artmıyorsa, bunu bir düşünmemiz lazım. Acaba nerede hata yapıyoruz?
Herkesin birbirinden kuşkulandığı bir aile tablosundan, eski hane-i saadetimize doğru bir göz atarken, nereden nereye geldiğimizi, modern tabularımızın ve ön yargılarımızın bizi ne hallere düşürdüğünü sorgulamamız gerekiyor. Kamusal alanı, hane-i saadetimize tercih ederken, kazandığımız ve kaybettiğimiz değerleri de düşünmemiz lazım. Hanesi olmayan bir kamusal mekanı, nasıl olup da hane-i saadetimize tercih ediyoruz?
Eski hane-i saadetimizi kazanmamız zor gözükse de, en azından modern olana kuşkuyla bakmaya devam edebiliriz. Asıl problem, modern olanı sorgulamamak ve onu sorun olarak görmemektir. Öyle ise bu günkü sorunlarla boğuşurken, önce sorunun kaynağına inmeli ve modern tavırlarımızı ayıklamakla işe başlamalıyız.
Haydi bismillah!