Gerçek her zaman devrimcidir

GÜNLER GİTGİDE birer damlaya dönüşüyor. Her gün tek bir damla gibi. Damlalar, damlaya damlaya göl olmadan kuruyup gidiyorlar çoraklaşan topraklarda. Nicelik, niteliği öldürme savaşında.

Gözlerimiz hep çokluğa mıhlanmış. Çok çevre istiyoruz, çok çalışmak, çok şey sahibi olmak, çok para kazanmak, çok ilim, çok cemaat, çok birey, çok insan, çok hizmet…

Çokluğun bizi kurtaracağına inanıyoruz. Çok okuyunca çok ilim sahibi olacak, çok ilim sahibi olunca da istediğimiz gibi biri olacağız. Çok hizmet edince bir çok kimseye ulaşacağız. Çok paramız olunca çok hizmet edeceğiz.

Oysa Firavunlar, Karunlar, Ebu Cehiller de çok para, çok mal, insan ve ilim sahibiydiler.

Bir şeyleri değiştirmek istiyoruz. Bir şeylerin yanlış gittiğini görüyoruz. Birilerinin gayelerinin yerini zamanla vasıtalara bıraktığını görüyoruz. Yavaş yavaş gayeye varmak için her yolun meşru olduğu kaide-i zalimanesine süluk edildiğine şahit oluyoruz.

Değiştirmek istiyor, ama değişmeyi unutuyoruz.

Ey hayat! Sen ne büyük bir okulsun. Yaşadıkça bir çok zaman nasıl da boşa kürek çekmiş olduğumuzu fark ediyoruz. Harcadığımız bunca emeğe, gayrete, koşuşmaya karşılık kuru bir nicelik kalıyor ellerimizde.

Belki paramız oluyor, belki bir çevremiz, cemaatımız, iyi bir işimiz, evimiz, arabamız! Ama bunlar ne kadar bizi insaniyet-i kübra ile karşılaştırıyorlar.

Farkındalık. Bunu farkında olmayı seviyorum. Hayata, kainata, düzene, yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız yalancı gerçeklere en azından isyan etmeyi seviyorum.

Özgürlük asla bedava değil. Nitelik de öyle. Belki de hayatın en pahalı şeyleri. Pahası oranında da değerli ve insani.

Hiçbir şeyde ikisinin ortasını sevemedim. Ama hep araf! Bu düzen, bu sistem, bu yaşamak için yapmak zorunda kaldıklarımız, bu yalancı gerçek bizi hep arafta bırakıyor.

Bu gün kaçımız bırakın başkalarını, ıslah etmeye çalıştıklarımızı, kendimiz, kendi istediğimiz gibi bir hayat sürebiliyor muyuz? Kendi inançlarımız doğrultusunda yaşayabiliyor muyuz?

Hep ikisinin ortasındayız. Bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyoruz.

“Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa:
Olan bu mai deniz,
Melali anlamayan nesle aşina: değiliz”

Bugün bir melalden uzaksak, bir fikir için, bir fikir uğruna, bir fikir ile beraber yaşayamıyorsak nasıl hakiki insan olur, nasıl yakalayabiliriz gerçeği?

Oysa her an anlamlı ve mutlu bir iz bırakmalı bizde. Dolu dolu, tüm hissiyatımızla yaşanmalı. Hayatımız bulunduğumuz bu andan ibaret değil mi?

Satıh!!! Hep satıhlarda dolaşıp duruyoruz. Bilgilerimiz sathi, anlayışlarımız, dostluklarımız, fikirlerimiz, imanımız, hayatımız hep satıhta.

Derinlik korkusu mudur bu asrın insanının yegane fobisi?

Derinlik. O serin suların derinliğinde bile ne kadar yalnız ve ürpermiş hissederiz kendimizi! Ama o derinlikte kendimizle baş başayızdır. Düşünceyle, anlamla…

Düşünmeyi, anlamayı, sormayı bilmeden nasıl insan olabiliriz ki? Nasıl iman sahibi olabiliriz?

Toplumun kahraman yerine koyduğu bir çok insandan başlayarak hepimizin iç hesaplaşması o kadar yüzeysel ki! Çoğu zaman sadece aynalarda karşılaşıyoruz kendimizle. Ama bu tanımadığımız bizi her yere taşıyoruz bizimle birlikte. Ve kaos!

Kahramanlarımız bile sahte bugün. Onlar bile gerçeklerden kaçıyorlar. Oysa yüreğimizde duran ve bize bir türlü aman vermeyen gerçek hep bizi bize sorup duruyor.

Nedir bildiklerimiz ve istediklerimizin hayatımızdaki yeri? Denetlenmemiş, gerçekliği ispatlanmamış hayatlar sıkı ön kabüllerle anlarımızı kuşatmış durumdalar mı yoksa? Veya içinde bulunduğumuz şartları, kişileri ve olayları gerçeklerle karşı karşıya kalmaktan korktuğumuz için mi sorgulayamıyoruz?

Alışkanlıklarımızı terk etmek istemiyor, dost bildiklerimizle avunuyor, sahte kimliklerimizden, satıhtaki gruplarımızdan, yüzeysel varoluşumuzdan memnunsak eğer gerçeği hiç aramayalım. Çünkü;

Gerçek her zaman devrimcidir….

  06.03.2006

© 2021 karakalem.net, Levent Bilgi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut