Hasb-ı hal

SON İKİ yazımda, iki örnek üzerinden, Risale-i Nur’u ‘anlayarak’ okuma noktasındaki problemlere dikkat çekmek istemiştim.

Peşinen belirteyim ki, Risale-i Nur adına söz söyleme noktasında muteber iki isimden yaptığım bu iki örnekleme, ortadaki problemin derinlik ve genişliğine dair zihinlerde bir iz bırakma amacını güdüyordu sadece.

Masamın üzerinde, daha da meşhur ve daha da muteber bir simanın kaleme aldığı bir kitap daha var. Oradan yapacağım bir alıntıyla örneklere bir üçüncüyü ekleyebilir; bir muhterem zâta ‘lâyuhtîlik,’ yani ‘yanılmazlık’ izafe eden iman kardeşlerimi “Tamam, o da insan, o da yanılmış olabilir” demedikçe içinden çıkamayacakları bir yorum-itiraz polemiğine sürükleyebilirim.

Bu noktadaki başka başka isimleri de takip eden yazılarda yeni birer örnek olarak sunabilirim.

Ama yapmam ve yapmayacağım.

Zira benim işim ‘tahtiecilik’ değil. Elime aldığım bir kitabı, hata arama, yazarında kusur bulma, onu zemmedecek bir malzeme temin etme niyetiyle okuma gibi pest ahlâklardan da Allah’a şükür hep uzak durdum. Hatta, sırf bu yüzden, Risale-i Nur camiası içinden isimlerin yazmış olduğu kitapları pek okuyamıyorum. Çünkü, itiraf edelim ki, Risale-i Nur câmiası içinden isimlerin özellikle Risale-i Nur üzerine yazdığı kitapların büyük kısmı eline ilk aldığında insanın gözüne çarpacak kadar bariz bilgi yanlışları ve yorum zaafları içeriyor.

Nitekim, önceki iki yazıda sözünü ettiğim iki kitabı da baştan sona okumadım. Okumadan eleştirdim. İlkini, yani Vehbi Vakkasoğlu’nun ‘best-seller’ini hiç okumadım; zira ön kapaktaki başlık ile arka kapak yazısındaki tek bir cümle, kitabın Bediüzzaman’ın Hz. Ebu Bekir’den aktardığı doğru söze dair nasıl bir yanlış okumayı merkeze alarak yazıldığını zaten ele veriyordu. Prof. Dr. İbrahim Canan’ın kitabını da okumadım; sadece “İçindekiler”e bakıp “Kalvin’le bir mukayese” altbaşlığını görüp o sayfaya gitmem yeterli idi çünkü.

İki kitabı da okusam, ihtimal ki içinde güzel noktalar da bulabilirdim; ama gördüğüm yanlışların sayısı da kat kat artabilirdi. Fakat, açık söyleyeyim, içerdiği yanlış bu kadar aşikâre gözüken bir kitap, eğer maksadı ‘hata arayıp lâf iliştirmek’ değilse, insanda okuma iştahı bırakmıyor.

Ama işe bakın ki, bu satırların gördüğü bariz bir yanlış, yayınevi editöründen musahhihine ve Risale muhabbetiyle o kitaplara elini uzatmış binlerce, onbinlerce insana gözükmüyor.

Zira, Hz. Peygamber’in bir sahabisi örneğinde hepimiz için dikkate davet buyurduğu üzere, “Birşeye sevgin, seni kör eder.” Muhabbet nazarı kusur görmez, o yüzden hakkın hatırını kitabın hatırına, yazarın hatırına, niyetin iyiliğinin hatırına, hizmet maksadı güdülüyor olmasının hatırına feda eder. Falanın hatırı kırılmasın derken Hz. Ebu Bekir’in hatırı da kırılır, Bediüzzaman’ın hatırı da kırılır, Risale-i Nur’un hatırı da...

Ama aynı gözler, başka bir kitapta fıldır fıldır hata aramayı da başarabilir; bulunmuyorsa, yakıştırılabilir; meselâ vaktiyle başıma geldiği üzere, “O’na Doğru: Esmâ-i Hüsna Yazıları” gibi son derece masum bir kitabınız dahi birilerince “Kitapta devrik cümle kullanılması felsefe yapılıyor intibaı bıraktığından, basılması uygun değildir” damgası yiyebilir. Başka bir kitap, binlerce hakikatli cümlesi içinde bir paragraf, hatta bir cümle, hatta bir kelime eğilip bükülerek “dağıtılması yasak,” “tavsiye edilmesi yasak,” “okunması ve bulundurulması yasak” ilan edilebilir. Bunlar yaşanmış ve hâlâ yaşanmakta olan şeylerdir.

Bunu da derken maksadım, başkalarına yönelik ‘tahkiksiz’liği eleştirirken, kendimize dönük bir ‘tahkiksiz kabul’e davet değildir. Bilakis, on yıl kadar önce bir gazete yazısında doğru bularak aktardığım bir yaklaşımın Bediüzzaman’ın Sünuhat’ında son derece haklı bir yaklaşımla eleştirildiğini gördüğümde, ‘okuyucu eleştirmiyorsa da kendini eleştirebilme, okuyucu farketmiyorsa da dönüp yanlışını farkedebilme’ dersini edinmişimdir.

Sözün kısası, gerek aktardığım bu son tecrübe, gerek iki kitap dolayımında aktardıklarım, dün müdakkik bir okuyucumun dile getirdiğini gördüğüm bir ikilemle bizi yüzyüze bırakıyor: Bir yanda, hakikati kavrama yolunda bir beraberliğe, bir istişareye, İhlas Risalesi’nde dikkat çekildiği üzere “on akılla düşünüp yirmi gözle görmeye” ihtiyacımız var; ama öte yanda bu dokuz akıl ve onsekiz gözün de belli bir noktada görme zaafiyetine veya muhakeme yanlışına düşebilmesi ihtimaline binaen de Münazarat’ta Bediüzzaman’ın dikkat çektiği üzere, çobana ve yardımcılara “koyununa bizzat sahip çıkmaya.”

Tahkiksizliğin rahat döşeğinde derin uykulara dalıp tatlı rüyalar görmek kolay. Ölçüsüz hüsnüzannın sıcak bir yaz günü dere kenarında iki ağaca bağlanmış bir hamağa yayılma derecesinde tatlı rehavetine kapılmak da. Sırtını ‘yanılmazlık’ izafe ettiğimiz bir mürşide mutlak surette yaslayıp aklımızı ona emanet etmek de öyle.

Ama bu dediğim şey, hem farklı düşünceye açık bir hakikat arayıcısı olup hem de koyununa bizzat sahip çıkma dikkatini yitirmeden yaşamak yani, hem bir zaruret, hem de çok zor.

Ya da şöyle diyelim: Zor ama, zorunlu...

Risale kaybetmesin, Bediüzzaman tüketilmesin istiyorsak, böyle bir hayata talip ve razı olmamız gerekiyor.

  14.02.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut