KATRE & gece yolcusu

Abdurreşid Şahin

YİNE UYKUSUZ bir gece. Arkadaşları ona ‘gece adamı’ diyorlardı. Gündüzleri uyanamıyor, geceleri de uyuyamıyordu. Aklına olmadık şeyler geliyor, onlarla zihnini meşgul ederken saatler geçiyordu. Kendine geldiğinde ise sabahlamış oluyordu. Artık tahammül edilmeyecek baş ağrıları yaşıyordu. İradesi zayıflamış, kendine ve zihnine söz geçiremez olmuştu. Çıldıracak gibiydi. Defalarca intiharı düşünmüştü. Aklı ona yük olmaya başlamıştı. Kısır bir döngü içinde çapalanıp duruyordu.

Bu gece de böylesi bir geceydi. Kafasında cirit atan nedenler, nasıllar, olsaydılar, olmasaydılar beynini kemiren birer yılana dönüşüyordu. Artık dayanamayacaktı. Üzerine montunu aldı, gecenin zifiri karanlığında sokağa fırladı. Koşmaya başladı. Koştu, koştu. Caddedeki sokak lambaları arasında koşarken gölgesi dikkatini çekti. Arkasından vuran lambanın ışığıyla önce uzayan, sonra önüne çıkan, diğer lambanın etkisiyle kaybolan gölgesi. Bir müddet gölgenin peşinden gidiyor sonra birden gölge kayboluyordu. Bu durum kendi halini ne kadar da güzel yansıtıyordu. Gölgelerin peşine düşmüş, her seferinde hayal kırıklığıyla karşılaşmıştı. Bir an durdu. Koşmaktan vazgeçti. Etrafına şöyle bir bakındı. Şehrin dışına gelmişti. Aniden caddeden ayrılıp hemen yakınındaki patika yola sapmaya karar verdi. Tekrar hızlıca yürümeye başladı. Ormanlık bir yere gelmişti. Ağaçların karanlık siluetleri korku veriyordu. Ölümü çoktan göze aldığı için yürümeye devam etti. Hatta koştu. Ağaçların karanlık gölgeleri arasında ormandan çıkıncaya kadar koştu. Saatlarca koşup yürümüştü. Yorulduğunu hissetti. Orman çıkışında bir ağacın altına kendisini bıraktı. Yorgunluk, zihnindekilerin uçup gitmesine vesile olmuştu. Kendini huzurlu hissediyordu. O arada, gökteki dolunayı farketti. Ne kadar da muhteşemdi. İlk kez dolunayı bu kadar parlak görüyordu. Öylesine parlaktı ki etrafındaki haleleri belli oluyordu. Kendi kendisine, kim bilir ne kadar uzun zamandır dolunaya bakmamış olduğunu, sordu. Sorusuna cevap bulamadı. Gece, gerçekten çok güzeldi. İlk kez fark ediyordu bunu. Daha önce geceyi seyretmediğine hayıflandı. Dolunay, bütün ovayı ışıtıyordu. Bir an kendi kendine, beni de ışıtacak birini bulmalıyım, kendi yolunda emin adımlarla giden birini, diye geçirdi. Tam bu düşünceler içindeyken, ilerde yanıp sönen bir parıltı fark etti. Ovanın ilerisinde bir kulübeyi hayal meyal seçebiliyordu. Kulübede yanan ışık, bir mum olmalıydı ya da eskilerin kullandığı babannesinin idare lambası dediği türden bir şey. Bu ıssız ovada, bu kulübe neden buradaydı. İçini bir merak sarmıştı. Oraya gitmeye karar verdi. Duyguları, aradığını orada bulabileceğini söylüyordu. Hemen yola koyuldu. Kulübeye yaklaştığında heyecanlandığını fark etti. Bir an tereddüt eder gibi oldu fakat vazgeçmedi. Tam kapıyı vuracaktı ki kapı kendiliğinden açılıverdi. Şaşırdı. Karşısında beyaz sakallı, yüzü dolunay gibi parıldayan bir pir-i fani duruyordu. Kendisine ismiyle hitap ederek, “Hoş geldim oğlum. Ben de seni bekliyordum.” dedi. Genç iyice şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. İradesizce kulübenin içine girdi. Kulübe tek odalıydı. İçerde eşya namına bir şey yok gibiydi. Dikkatini sadece bir iki kitap ve kalem çekti. İçerde yaşlı adamın kendisine gösterdiği yere oturdu. Yaşlı adam da karşısına. Uzun bir süre sessiz kaldılar. Gencin zihninde sorular uçuşmaya başladı. Fakat bir türlü nereden başlayacağını bilemedi. Yaşlı adam ona su ikram etti. Gerçekten de çok susamıştı. Sonra bir parça ekmekle katığı önüne koydu, iştahla yedi. Adam sanki içinden geçenleri okuyordu. Yaşlı adama karşı derin bir hürmet beslemeye başladı. Zihnindekileri ona sormaya karar verdi. Yaşlı adam, aklına gelenleri daha o sormadan cevaplıyordu. Zihnindeki şüpheleri bir bir izale ediyordu. Yaşlı adam, hem bilge hemde veli bir zata benziyordu. Bu da ona karşı itimadını güçlendirdi, bir müddet bilgeyle beraber kalmaya karar verdi. İkindi vaktine kadar yanında kaldı. Kendini çok huzurlu hissediyordu. Bilge artık gidebileceğini söledi. Zira onu bekleyenler vardı. Genç, ayrılmayı pek istemezdi fakat karşı da koyamadı. Vedalaştılar. Bilge şeyh ona bir fener uzattı. Genç, gündüz vakti ne işime yarayacak, diye sormak istedi. Fakat yine yapamadı, itirazsız kabul etti. Tekrar yola koyuldu.

Yürüye yürüye yol alırken akşama doğru ormana ulaştı. Ormana girince şeyhin neden feneri verdiğini anladı. Ormandaki ağaçlar çok sıktı, bu da etrafı olduğundan karanlık gösteriyordu. Fenerini yaktı, zifiri karanlık ormanda yol bulmaya çalıştı. Çalılar, dikenler arasında zar zor yol alabiliyordu. Sonunda ormandan çıkmayı başardı.

Gökte yine dolunay vardı. Oturup bir müddet onu seyretti. Sonra dolunayın üstünde şeyhinin simasını görür gibi oldu. Şaşırdı. Gözlerine inanamadı. O da ne? Dolunay gittikçe büyüyerek aşağıya iniyor, bir müddet sonra ileride nurdan bir kapıya dönüşüyordu. Dolunay yakamozuyla ona doğru bir yol çizmişti. Yolun sonunda nurdan kapının eşiğinde bilge şeyh onu bekliyordu. Kalktı ve hızlıca yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü. Yürüdükçe yol uzuyordu. Nurdan kapı, dünyanın sonu gibi geldi ona. Sonunda kapıya ulaştı. Fakat ışığın parıltısı gözlerini kamaştırıyordu. Şeyhini göremiyordu. Derken kendini geçidin dışında buldu. Ve hâlâ yürüyordu. Etrafında kendisi gibi yürüyen bir sürü genç gördü. Onlar da yürüyorlardı. Üstelik uçsuz bucaksız bir ummanda, su üstünde yürüyorlardı. Şaşırdı. Biraz sonra, bir kısmının suya batıp boğulduğunu, bir kısmınınsa denize batıp yüzdüklerini fark etti. Aşağıya baktı, kendisi de yürüyordu. Bu nasıl olur, diyecekti ki batmaya başladı. Aklına bilge şeyh geldi. Kalben nedamet etti. Yüzmeye başladı. Yüze yüze bir adaya çıktı. Bu ada küçük bir tepecikten ibaretti. Adaya iyice çıktığında boyunun ve cüssesinin bir hayli büyüdüğünü fark etti. Kocaman bir dev olmuştu. Boyu neredeyse tepenin zirvesine ulaşıyordu. Nerede olduğunu anlamak ve etrafı gözetlemek için tepeye tırmanmaya başladı. Fakat o da ne, o tırmandıkça tepe büyüyor ve uzuyordu. Kendisi ise aksine küçülüyordu. Tekrar şaşırdı fakat eskisi kadar değil. Zira şimdiye kadar o kadar acayiplikler görmüştü ki bu onu fazla hayrette bırakmadı. Tepe, tırmandıkça bir dağa dönüştü ve zirvesi bulutları aştı. Genç tımanmaya devam etti. Bu sırada akşam olmuştu. Zirveye tırmandıkça küçülen genç, bir müddet sonra ay’ı farketti. Dağın zirvesi neredeyse aya değecekti. Tırmandı, tırmandı, tırmandı. Tırmandıkça yol üzerinde nice acayiplikler gördü. Herbiri onu hayran bıraktı. Sonunda zirveye ulaştı. Ay, yanı başında duruyordu ve kap karanlıktı. Şaşırdı. Kendi kendine, buraya kadar boşuna mı tırmandım, dedi. Bir an ümitsizliğe kapıldı. Kuru bir dal gibi uzanan hilalin üstüne çıktı. Gözü kapalı kendini onun kucağına bıraktı.

Gözünü açtığında gözleri kamaştı, güneş karşısında duruyordu. Hayranlıkla seyretti onu. Kendisi ay olmuştu sanki güneşe bakıyordu. Bir müddet sonra yüzünü dünyaya çevirdi. Gecenin karanlığında ayın ışığıyla parıldayan zühreyi gördü. Görüntü muhteşemdi. Duygulandı. Gözünde bir katre damladı. O katre gide gide zührenin kadife yapraklarına kondu. Zührenin gözbeği olan katre, ayın parlak tebessümüyle gülümsedi geceye.

O sırada göl kenarında bir evin balkonunda, iki sevgili, gölün üstünde parıldayan ay’ı seyrediyorlardı. Parıltının tam ortasında, gülün suya yansımış görüntüsü duruyordu. Balkondaki adam, hanımına, bak güneşin nuru göle yansımış, bize gülümsüyor, dedi. Kadın da ona, onun ortasında da bir gül var, diye hatırlattı.

Zühre, katre içinde; katre, zühre içinde nasıl bakılırsa öyle görünüyordu. Belki de her bakan, kendini görüyordu. Peki ya Reşha neredeydi....

  31.01.2006

© 2021 karakalem.net, Abdurreşid Şahin



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut