Küreselleşme: kötü haber…

ADINA ‘KÜRESELLEŞME’ denen önüne geçilemez dalga, hırçın ve haylaz küreselleşme! Melek misin, yoksa şeytan mı? Seninle birlikte zihnime üşüşen olumluluklardan, yukarıda anlatmaya çalıştığım çok önemli gelişmelerden kolay kolay vazgeçmem sözkonusu değil. Ancak korkularımı, şüphelerimi yazmadan da edemeyeceğim. Üzerindeki elbiselerden yayılan ışıltıyla gözlerimizi alırken, elbiselerin altında taşıdıklarını gizler gibisin. Yukarıda ‘melek’ yüzünü çizmeye çalıştım, şimdi ışıltı elbiselerini soyup altta yaşattığın o ‘şeytan’ tenine dokunmak istiyorum.

Sen böyle uzaklardan, çok uzaklardan kopup kıyılarımıza sokulurken, beraberinde ‘bir şey’ taşıyorsun. Evet, bir şey, tek bir şey... Dünyanın bugünkü gerçekliğinde öne fırlamış paradigmanın hayata biçtiği elbiseyi ‘herkes’e giydiriyorsun. Herkes kendi içinde çok şeyken, ülkeler kompartımanında çok şey yaşanırken, senin herkese giydirdiğin elbise içinde ‘çok şey’in öleceği korkusu yaşanıyor. ‘Çok şey’e sahip ‘herkes’in seninle birlikte ‘tek şey’le yetinmesi durumu vardır. Bir rengin diğer renkleri soldura soldura baskınlaşması sözkonusu.

Tekilliğin faşizminden bahsediyorum. Çokluğun biraradalığından doğan gerilimin/çatışmanın/alıp-vermenin bütünüyle bitmesinden, yerini, tekliğin kurup dayattığı düzenin doğurduğu monotonluğun ve ölümün almasından... Çünkü öyle bir şeysin ki, kendinden başka her şeyi dize getirmek istiyorsun. Sen olmayan, sana benzemeyen, seninle paralel yürümeyen, biraz da yürüyüşüne engel olan en ufak bir farklılığı ‘kara’layıp, üzerine yürüyorsun. Aykırılıkları çöze çöze ve sindire sindire, çok ‘uyumlu’, çok ‘sessiz’ ve çok ‘düzenli’ bir dünya kuruyorsun. Fransız filozof Jean Baudrillard, yaşadığım şehirde yaptığı konuşmada, düzeninin ürkütücü monotonluğuna işaret ederken, itiraf edeyim, ürkmüştüm. Kuyu gibi derin, kuyu gibi sessiz bir boşluk hissetmiştim. Herkese aynı rengi giydirerek renklerin, herkesin diline aynı sözleri takıştırarak seslerin, herkese aynı şeyleri yaşatarak duyguların ölümüne sebep oluyorsun. Tek başına çok şey olan insan tekini kendi havuzuna atıyor, onu orda, oraya attığın diğer insanlarla birlikte aynılaştırıyorsun. İnsanlar, rüzgârın önünde inip kalkan başaklar gibi, rüzgârınla bel kırıp baş indiriyor. Aynı giyiniyor, aynı konuşuyor, aynı yöne yürüyorlar. Eskiden insanlar ‘ülke’lerinde aynılaşıyorlardı, şimdi ise kurduğun ‘dünya’da aynılaşıyorlar. İnsanları ülkelerinden çıkarman, onları başka ülkelerin insanlarıyla buluşturman, sahici bir karşılaşmayı doğurmuyor. Ülkelerinden çıkanlar, başka ülke insanlarıyla oturdukları sofraya kendi seslerini bırakamıyorlar. Çünkü insanları kendi seslerinden soyundurarak ülkelerinden çıkarıyorsun. Farklı ülkelerin insanları, bir sofrada, ama ‘sessizce’ oturuyorlar. Kendi sesleriyle değil, onlar için geliştirdiğin ‘dil’le konuşuyorlar. Mesela ‘Dünyanın İngilizcesi’nden veya ‘İngilizcenin Dünyalaşması’ndan bahsedilirken, diğer dillerin ölümü/hükümsüzleşmesi anlatılmış olunuyor.

Uzaklardan, çok uzaklardan kopup gelen çılgın dalga, arsız küreselleşme! Televizyonun, görüntünün, görselliğin gözetiminde bir dünya kuruyorsun. Bütün bir insanlık, mavimsi ışıltılar yayan ekranların altında doğuyor, büyüyor ve ölüyor. Ekranda doğumları seyredilen çocukların ölümleri de canlı yayında gerçekleşiyor. İnsanlar seyredilerek doğuyor, seyrederek büyüyor ve seyirlik bir malzeme olarak ölüyorlar. Bir ‘büyük birader’ gibisin. Sanki Orwel’in, Zamyatin’in, Huxley’in romanlarından fırlamışsın. Hayatlarımız mı televizyonu doğuruyor, yoksa televizyon mu hayatımızı oluşturuyor, şaşırdık. Gerçek olan ne? Simulark nereye kadar götürülebilir? Varoluşsal karşılıkları olan, acı ve sevinçleriyle sahici olan hayat ‘matrix’e mi dönüşüyor?

Birbirlerine kapalı ulus-devletlerin çözülüşü, ülkelerin birbirlerine bağımlılığını getirdi. Bu ekonomilerin, kültürlerin, siyasî yapılanmaların iç içe geçmesi anlamına geliyor. Öyle bir bağlılık ki bu, uzak bir noktada çıkan lokal problem dünyanın diğer ucunu da vuruyor. Komşumun acısını paylaşır, onunla üzülürüm. Bu iyi bir şeydir, bu beni iyi eden bir durumdur. Ancak senin kurduğun bağlılıktan çıkan acının bütüne yayılımı böyle bir şey değildir. Ben komşumun acısını ‘insanî’liğimden hareketle paylaşırken, istesem ondan uzak kalabilme durumum varken, senin bağlılığında, bir başka ülkenin teknik düzenlenmesinden doğan lokal problemden kaçma şansım olmuyor. Sözkonusu lokal problem bir şekilde gelip ülkemin teknik düzenlemesini de bozuyor ve ben bu etkile(n)menin sonuçlarını yaşamak zorunda kalıyorum. Bu durum bana çok anlamlı gelmiyor; anlamlı bir ‘kaos’ta akışan hayatın iç diline ters bir yapılanma gibi geliyor. Dünyanın ‘düzen’ adına bu şekilde birbirine bağımlı kılınması, her şeyin düzenlenmiş olması, bütün ihtimallerin kontrol edilmesi, saldırgan bir ‘güvenlik saplantısı’nı geliştiriyor. Baudrillard konuşmasında şöyle demişti:

‘Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünya yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son, Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay ihtimalini ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır. En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.’

Ey çılgın sular gibi üzerimize gelen küreselleşme dalgası! Ürküten bu ironik durumun ne adına benimsendiği anlaşılınca da, ürkmüş insan bu sefer kahroluyor. Evet, insanı kahreden bir tarafın var. Akışınla birlikte dolaşan şey ‘değer’ değil, ‘para’dır. Yeni dünya düzeninde kurucu öğenin para olması, insanın ve insanî kazanımların geriye düşmesi demektir. Çıkar, yani para dominant hale gelip ‘değer’ önemsizleşince, ‘güçlü’leri kim ve ne dizginleyecek? Ne olacak yoksul çocukların ve güçten düşmüş ülkelerin hali? Dengeler nasıl korunacak? ‘Kötü’ ve ‘acı’ olanın paylaşımı kaçınılmaz olacaktır. Peki ‘iyi’ olanın ‘bütün’de dolaşımı mümkün olabilecek mi? ‘Kutsal’ı dinlemeyecek gibi görünen akışın, ‘para’ ve ‘çıkar’a rağmen ‘iyi’yi niçin tercih etsin?

Uzaklardan, çok uzaklardan gelip kıyılarımızı döven, kendini bize bizi kendine bulandıran küreselleşme! Işıltılı elbiselerin çok alımlı, insanın başını döndürüyor. Sanıyor ki insan, cıvıltılı bir parksın. Gizlenen ne kadar ‘uzak’ varsa, bunları insana ‘yakın’ kılıyorsun. Ancak elbiselerinin aralıklarından görünen şişman bedenin, üzerimize koca bir karanlık düşürüyor. Kuyu gibi derin, kuyu gibi bu karanlıkta, zihnimize uykularımızı kaçıran sorular üşüşüyor.

Yeryüzüne indirilmiş, derdi bu indirilişin anlamını kavramak ve bu anlama yabancılaşmamak olan bu fani, bu mektupta sana içini açtı, içine düşen gölgeni göstermeye çalıştı. İyimserlik ve karamsarlık arasında gidip gelen yüreğimin sözlerini okudun. İtiraf edeyim, ben her zaman kendimden yana kalacağım. Etrafa yaydığın ışıltılı renklerin de olsa, tercihim bana ‘iyi’ gelenden yana. Kalbimi ve vicdanımı ve insanîliğimi diri tutacak söz, mekân ve duruşlara tutunacağım. Bunu da böyle bilmeni istiyorum.

  04.02.2006

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut