Küreselleşme: iyi haber…

VARLIĞIN KALBİNE yürüyen ilk insan(lar)ın eğilimlerine akraba obur dalga! Ayak basılmadık bir kuytu, deşilmemiş iç gıdıklayıcı tek bir nokta bırakmayacak gibisin. Her uca, her derinliğe, her kıvrıma uzanıyorsun. Her yere ait ve her yerin de senin olduğunu sanıyorsun. Bir şey olarak her şey olmak istiyorsun. Uzaklardan, çok uzaklardan kopup gelmiş gibi kıyılarımıza sokuluyor, kendini bize bizi kendine bulandırıyorsun. Artık ne biz eski biziz, ne de sen eski sensin. Sen bize bulanarak çoğalmış ve daha da önüne geçilemez olmuşken, biz seni görmüş ve sana dahil olmuş olmanın sonrasını yaşıyoruz. ‘Yeni’ olanla karşılaşmış ve ona bulanmış olmanın o dile gelmez hisleri içindeyiz.

Şimdi ben, yani bu mektubu yazan fani... Titr sahibi nice kalem gibi, içini dışına çevirmiş değilim. Sana düşman, sana sevdalı nice söz okumuş olmanın ikircikli ruh halindeyim. Allı pullu giysilerinden etrafa yayılan ışıltıyla gözü kamaşanlarla elbiselerinin altında bir şeytan barındırdığını düşünüp korkanlar arasında gidip geliyorum. Ekonomik, kültürel, siyasî sayfalarda nasıl bir yüzle göründüğünü ayrıntılarıyla izah edemem. Doğrusu seninle makro seviyede ilgilenmiyorum. Yeryüzüne bırakılmış bir faninin, hem bu bırakılışı hem faniliği hem de bırakıldığı yerde olup bitenleri anlamak isteyişi dolayımında seninle ilgiliyim.

‘İnsanlığım’a nereden dokunuyor, bana ne söylüyorsun?

Seni düşününce aklıma bu soru geliyor. Evet, bu mektup sana yazılıyor. Seni düşününce aklına düşen sorunun etrafında beliren notları yüzüne doğru konuşmak isteyen bir insanın, ‘tek’ bir insanın duygularını içeriyor bu mektup. Yoksa başkasına seni anlatmak gibi bir derdim yok. Anlatamam da... Uzaklardan, çok uzaklardan gelip kıyıma sokulurken bana taşıdığın şeyin içimde aldığı şekli anlatmak derdindeyim, o kadar.

Adına küreselleşme, globalizm diyorlar. Adımlarınla ve sözlerinle büyülenmiş dünyanın küçük bir köye dönüştüğünden bahis açıyorlar. Etrafında gelişen hızın içinde, zaman ve mekânın yittiğini anlatıyorlar. Her yere uğradığından ve her yerin artık uğranılabilir olduğundan, dünyanın ‘giz’ini kaybettiğini, dolayısıyla ‘büyü’süz bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzu söylüyorlar. Daha çok şey söylüyorlar. Ancak mektubumun daha başlarında sana dair söylenenlerden bahis açıp, ‘herkes’in sözleri içinde sözlerimi yitirmek istemiyorum. Demiştim, bu mektupta kendi sözlerimle sana görünmek istiyorum.

Bilirsin, her insan teki gibi ben de; sınırları keskin, kendi dili kendi şartları olan, daha çok kendine kapanmış başkasına ise arada bir açılan bir ‘ülke’de yaşıyorum. Esasta ‘dünya’ya doğarken, sonradan geliştirilmiş dillerle, bize ‘ülke’lere doğduğumuz söyleniyor. Biz ‘dünya’ya aitken, ‘ülke’lere aitliğimiz ön plana çıkıyor. Ülkelerimiz evrenimiz oluyor, sınırlarımız neredeyse ülkelerimizin sınırlarıyla belirleniyor. Sınırları belirlenmiş ülkelerimiz, kaderimizi ve hikâyemizi kuruyor, başka ülkelere doğan insanlarla farkımızı belirliyor. Temelde hepimiz insanken, ülkelere doğduğumuz gerçeğiyle ‘başka’laşıyoruz. Ülkelere doğduğumuz gerçeği sonradan kurulmuş bir şeyken, esas bir şeye dönüşüyor. Dünyaya bırakılmış olmamız açısından bütün insanların temelde ‘aynı’ şey oluşları da unutuluyor.

Şunu diyorum: Ulus temelinde şekillenmiş devletlerin katı ve yerleşik gerçekliği, ‘insanlığımızı’ unutturarak bizi ‘vatandaş’ kılıyor. Dünyalı insan olmaktan çıkıp şu veya bu ülkenin vatandaşı ‘sayı’lar oluyoruz. İçine bırakıldığımız dünyanın gizine karşı mesuliyetten çok, ait olduğumuz ülkenin sırtımıza yüklediği vatandaşlığın sorumluluklarını hissediyoruz. Dünyaya değil, ülkelere karşı sorumluluk duyuyoruz. Bu, ontolojinin ölümüdür; insan-varlık ilişkisinden insan-ülke ilişkisine geçiştir; ‘kutsal’dan soyundurulan insanın, kurulabilir ve değiştirilebilir bir şeye dönüşmesidir. Oysa insan ‘ülke’den önce ‘dünya’ya aittir, dünya içinde bir ülkeye doğar. Ve bütün açıklığıyla ortadadır ki, dünya bütün ülkeleri kapsar; olan ise, ‘parça’ uğruna ‘bütün’den vazgeçiştir.

Ülkeler, ‘bütün’e karşı ‘parça’yı koruma esası üzerinde kurulmuşlar. Ülkelerin hepsi, çocuklarına, ‘parça’nın asıl, ‘bütün’ünse ‘kaçınılmaz’ olduğunu söylerler; yeri geldiğinde, onları ‘parça’ uğruna ölüme göndermekten çekinmezler. ‘Ülke’yi belirleyen sınırların aşılmaması çok önemsenir. Bu sebeple, diğer ülkelere kapanılır; ‘başkası’yla karşılaşma, karşılıklı alıp-verme, etkile(n)me durumu ortadan kaldırılır. Çünkü diğerleri, ‘başkası’ sizin ‘yabancı’nızdır, siz değildir; ait olduğunuz ‘parça’ya göz dikmiş bir ‘düşman’ da olabilir. Buradan hareketle, kendine kapanma, kendiyle yetinme, kendini tekrar etme gerçekleşir. Her şeyin ‘parça’dan ibaret olduğu sanılır, ‘parça’nın ‘bütün’ olduğu yanılsaması büyütülür. Gidilecek, görülecek ve gezilecek çok yer, belirlenmiş sınırlar sebebiyle sizin için ‘yok’ olur. Gidemezsiniz, göremezsiniz, gezemezsiniz. Gitmediğiniz, görmediğiniz ve gezmediğiniz için de, her şeyi bildiklerinizden/yaşadıklarınızdan ibaret görürsünüz. Aynı sesler, aynı sözler, aynı renkler, aynı tatlar kaderiniz olur. Tekrar üzerine kurulu bu hayatın, her şeyi bilindiğinden/yaşandığından, cazibesi kalmaz. Sıkan bu hayatta sıkıla sıkıla yaşarsınız.

Sen küreselleşme!

Bana ‘iyi’ görünen yüzün nedir, biliyor musun? Hani sınırları anlamsızlaştırıyorsun ya, o uğruna yığınla ölüm gerçekleşen hatları öylesine bir şeye dönüştürüyorsun ya, bu beni acayip heyecanlandırıyor. Umutlanıyorum. Ülkelerine kapana kapana ‘insan’dan ‘vatandaş’a dönüşmüş insan kardeşlerimin sarsılıp asıllarına döneceklerini umut ediyorum. Bir dünyaya doğduklarını ve doğdukları dünyanın kendilerine hissettirmek istediği anlama yaklaşacaklarını düşünüyorum. Diyorum ki, sınırları keskin ülkelerinin havası ve suyuyla şekillenmiş gözler/zihinler/kalpler, bir ‘başka’ ülkeyi farkettiğinde, yeniden görmek, anlamak ve hissetmek isteyecekler. Bağlılıklarını yeniden düşünüp yola çıkacaklar. Yola çıkıp bin bir renk, ses, koku ve sözle karşılaşacaklar. Karşılaşıp zenginleşecekler. Doğulu, Batılı, Afrikalı veya Asyalı olmanın ötesinde ‘insan’ olduklarını, ortak bir yolculuğa gönderildiklerini anlayacaklar. Gönderildikleri yolculukta birbirlerinin üstüne çıkma yarışından vazgeçip, yolculuklarını okumaya başlayacaklar. Delip geçilen sınırlarla birlikte parça bütüne akacak, bütün parçaya dökülecek. Hangi ‘ülke’de olduğu önemli değil, nerede yaşanıyorsa bir ‘değer’, artık bütün bir dünyaya ait olacak. Tamam, ‘kötü’ ve ‘acı’ olan da dünyalaşacak, ancak bu insanları birbirine daha da yaklaştıracak. Mesela ‘ülke’de söz sahibi olmuş güçler, daha fazla dikkatli davranacaklar. Çünkü daha çok gözün dikkati altında olacaklar. Acı çektiriyorlarsa hesabını verecekler.

Çok mu iyimserim?

Bugün şurada burada yaşananlar iyimserliğime toz kondurmuyor değil. Gelen günün giden günü arattığını biliyorum. Kendinden başka güç tanımayan aklın ve ‘değer’siz çıkarın başrolde olduğu modern zamanların bir yeryüzü cenneti kuracağını söylemiyorum. İlk insanın varlığa müdahalesiyle başlayan ‘bozulma’nın geldiği yerle kalmayacağının, yarın daha da artacağının farkındayım. Topyekün huzur ve sükûnetin geçmiş zamanlara ait bir şey olduğunu da anlıyorum. Ancak! Sıkıştırıldığımız ve neredeyse birer hapishaneye dönüşmüş ‘ülkelerimiz’den çıkarılıyor oluşumuz, beni yine de umutlu kılıyor.

  28.01.2006

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut