Tekbir bayramı

HASBÎLİĞİ ŞİAR edinmiş, ‘profesyonel’ olamamış yazarların en ziyade zorlandığı iki yazı atmosferi vardır.

İlki, bir şekilde ‘ısmarlanmış’ yazılardır; yazar, bir dostun, bir editörün, bir büyüğünün rica ettiği ‘ısmarlanmış’ konuyu âlemine alamamışsa, bu konuyu yazabileceği hal ile hallenememişse, öte yandan verdiği yazı sözü de onu ahde vefa bakımından sıkıştırıyorsa, tam bir tıkanma yaşar. O halde yazsa hasbîlik ve samimîlik gibi iki büyük sermayeyi ziyan edecektir, yazmasa ahde vefasızlık edecektir.

Şahsen, iyiniyetten, muhabbetten, takdirden kaynaklanıyor olduğu halde bir ‘yazı ısmarlama’ durumu bu yüzden çok korkutur beni.

İkincisi ise, ‘günün anlam ve önemi’ne dair yazılardır. Gün gerçekten anlamlı ve önemli olsa bile, “Bugün bu günün anlam ve önemine dair yazmam gerekiyor” düşüncesiyle yazılmış yazılar, neredeyse istisnasız, tatsız tutsuz, şevksiz aşksız yazılardır.

Gelin görün ki, bu satırların yazarı, Bayramın birinci günü yazıyorsa, bugün bayram değilmiş gibi yazmayı da içine sindiremediği için Kurban Bayramına dair yazmayı tercih ediyor bugün.

Ve yaşadığım zorlanmayı baştan belirtiyorum ki, hasbîlik ve dürüstlük elde kalsın...

Bayramların neredeyse hiçbiri idealize ettiğimiz kıvamda geçmiyor zahir. Belki de bayramlara ‘fazla yükleme’ yapmamızla ilgili bir durum, bilmiyorum. Ama baktığımızda, bu böyle. Bilakis, hemen her bayram, hemen her mü’min gönüllü buluşmalar kadar zoraki buluşmalar da yaşıyor; görmek isteyip göremedikleri kadar, görmemek istediği halde gördükleri de oluyor; bayram vesilesiyle gördüğü için memnun kaldıkları kadar, ‘bu bayram günü bu adamla karşılaşmasaydım, şu konuşmalarını duymasaydım!’ dedikleri de çıkıyor.

Sözün kısası, şu alacakaranlık kuşağında, şu ne hakkıyla müslüman ne inadına inkârın yanında olmayan şaşakalmışlar toplumunda bayramlar ve bayram görüşmeleri bayramın ruhunun, tadının ve anlamının çok ötesinde seyredebiliyor.

O yüzden de, her bayram, kekremsi bir tat bırakıyor geriye.

Kendi namıma, bu şartlarda, bayramları Asr-ı Saadet nesimi yüklü ‘ideal’ bir bayram beklentisi içinde yaşamamayı ahir ömrümde öğrenmiş bulunuyorum.

Dolayısıyla, her iki bayramı, onu hakkıyla bayram kılan sırla dopdolu yaşamam ‘zaman ve zemin’ itibarıyla mümkün olamasa bile, en azından elden geldiğince bir ‘tahattur,’ bir hatırlama vesilesi olarak bayramı teneffüse çalışıyorum.

İşte bu bayram sabahı tahattur ettiklerim:

(1) Her iki bayrama, ama özellikle de Kurban Bayramına rengini veren en temel unsur, tekbirler. Bu, daha bayram namazlarında kendini belli ediyor. İki bayram namazı da, hepsi tekbirle başlayan bütün zamanlar arasında, içinde en çok tekbir barındıran namaz. Kurban Bayramında ise, arefe günü sabah namazından başlayan teşrik tekbiri ile ‘tekbir’ taliminde bir yoğunluk yaşanıyor. Bayramı ve öncesini hac farizası dahilinde geçirenler ise, bu tekbir sırrını daha da derin yaşıyorlar.

Tekbir...

Yani “Allahuekber...”

Yani Kebîr-i Müteâl olan Allah’ın büyüklüğünü en azamî derecede ilan...

Yani O’nun ‘ekberiyet’ derecesindeki kibriyasının karşısında mâsivanın, O’ndan gayrı herkesin ve herşeyin eşit derecede küçüklüğünü ilan...

Yani ‘büyük’ vasfıyla anılmaya hakikat-ı halde yalnız ve ancak O olduğunu, uluhiyetin ancak O’na has olduğunu, O’ndan gayri herşeyin mahluk olduğunu ve hâlıkiyetten eşit derecede uzak olduğunu ilan...

Bayrama rengini veren, tadını veren, ruhunu ihsas eden tekbirler ile Rabbimiz bu sırrı derhatır etmemizi murad ediyor işte...

(Daha ileri okumalar için, Bediüzzaman Said Nursî’nin o küçük ama gönül borcu duyduğum anlamlar hazinesi “Onaltıncı Söz”ünün “Dördüncü Şua”sını bayramın içinde okur musunuz? Peygamberin Kardeşleri adlı kitabımın içindeki; bu risaleden, “İkinci Şua”dan ve Risale-i Nur’un genelinden alabildiğim ‘tekbir’ dersini baş tarafında bir derece yazabildiğim “Yüksek Fikir Alçalışları”na da bilvesile göz atarsanız sevinirim.)

(2) Risale-i Nur’un en büyük ve en merkezî bahislerinden biri olarak “Yirmidördüncü Söz” şu ifadelerle biter: “Ey nefsim! Madem hakikat böyledir ve madem millet-i İbrahimiyedensin. İbrahimvari ‘Lâ uhibbu’l-âfilîn’ de. Ve Mahbub-u Bâki’ye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla...”

O halde, “Yirmidördüncü Söz”ün ‘dalları’nda şöyle bir dolaşarak, Hz. Peygamber’in Kurban Bayramında, hele bilhassa kurban keserken tekrar ettiği, tekrarı mü’minler için de sünnet olan ve sena-yı Rabbaniyeye mazhar olarak Kur’ân’da zikrolunan şu İbrahimî sözü zikredip üzerinde düşünmenin de tam zamanı: “İnnî veccehtu vechiye lillezî fatara’s-semâvâti ve’l-ardi ve mâ ene mine’l-müşrikîn.” Yani, “Muhakkak ki ben yüzümü göklerin ve yerin Yaratıcısına çevirdim [burada Yaratıcı anlamında ‘Hâlik’ ismi yerine ‘Fâtır’ isminin tercih edilmesindeki nüansa ayrıca dikkat!] ve ben müşriklerden değilim.”

(3) Her Kurban Bayramı, arefe sabah namazından başlayarak benim yaşadığım tecrübenin bir benzerini sanırım sizler de şu veya bu düzeyde yaşıyorsunuzdur. “Teşrik tekbirlerini unutmayayım” diye güne başlar, ama farz namazlarının çoğunun sonunda unutur, hatırladığımızda tekrar tekrar hayıflanırız. Yalnız başına kıldığımız namazlarda ‘unutulan’ teşrik tekbiri sayısı ‘hatırlanıp eda edilen’den daha çok olur. Teşrik tekbirlerinin hiç unutulmadığı namazlar ise, cemaatle kılınan namazlardır.

Bu sır, bana ‘cemaat’ manasının önemini hatırlatır. Ve, bize ilk anda abartı gibi gelen, bir ortamda bulunan duası makbul bir ihlaslı mü’minin diğerleri için de kurtuluş vesilesi olabileceği sırrını da bu çerçevede düşünürüm. Tek başına herkesin unutmaya yatkın olduğu teşrik tekbiri meselâ yüz kişilik bir cemaatle namazda tek bir kişinin ‘unutmaması’ sayesinde yüzü tarafından da eda edilmektedir çünkü...

Bayramlık niyetine bir yazıda, ilk elde paylaşmayı düşündüğüm hususlar idi bunlar...

Bayramımızı tebrik ediyor; tekbir sırrının inkişaf ettiği bir bayram yaşamanızı diliyorum.

  10.01.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut