Binyüzonbir...

NEREDE BİR eğri duruş, kalbi acıtan ve içi burkan bir aksilik veya eksiklik görsek, fark etsek ikaz etmek, işaret taşı koymak, dikkati çekmek vazifemizdir. Zaten neyi kalbin ve vicdanın reddediyor, kalp nerede acıyla bağırıyorsa, orada fıtrata ve fıtrat dini olan İslama uymayan ve Allah’ın hoşuna gitmeyen bir terslik vardır. Yeter ki ‘hatları’ birbirine karıştırmasın insan. Ne yazık ki hayatımızda hatları birbirine karıştırdığımız çok oluyor. Nerede nasıl davranmamız, hangi hali takınmamız gerektiğini daha çok ayırt edebilsek, en azından kendi tersliklerimiz azalırdı.

Mesela beşerin zulmettiği yerde kader adalet eder. Mesela biri gelip sana tokat atsa senin bir günahına kefaret olur, bizzat değilse de netice itibariyle hayrın olur. Ama bu, ‘sana tokat atana öbür yüzünü dön’ demek değildir ve İslam bu anlayışı reddeder. Sadece ‘hakkını aynen istemeye, hakkını isterken haddini aşmamaya, ama helal edersen Allah katında bunun daha güzel bir davranış olacağına ve karşılığını Allah’ın vereceğine’ dikkat çekilir. Ve affetmek yüksek bir fazilet olsa da, bu, yapılan haksızlığın tekrarlanmasına yol açıyorsa başka çareler aranır.

Demem o ki, bazen kişi ‘hakikat namına’ kendi eğri duruşu ve kaideleri yanlış yerde kullanması sebebiyle ‘gel bana vur’ duruşu sergileyebiliyor. Zulmün iştahını açabiliyor:

Bir gün bir pedagogun seminerine katılmıştım. Bir anne, öğretmeninin çocuğuna yaptığı dışlayıcı, aşağılayıcı ve ayrımcı tavırlarından bunalmakla birlikte sabrettiğini söyleyerek ne yapmak gerektiğini sorduğunda, pedagogun cevabı tam yerindeydi: “Neye sabrediyorsun? Ya çocuğunun sınıfını değiştir ya da okulu, hatta semtini değiştir!”

Sabır imanın yarısı, olmakla birlikte, ibadete devam, günahtan çekinme ve musibet anında olmak üzere üç türlü olduğunu hepimiz biliriz. Yani başına ne gelirse gelsin günaha bilerek girmeni veya ibadetten uzaklaşmanı haklı kılmaz. Lâkin musibete sabır kısmında, mesela kalp kırıklığını ele alırsak, ona gidip gelip seni incitmek, hizmetine, yüreğine ha bire ithamda bulunmak düşerken sana acıyla dişini sıkmak mı düşecek? Oysa sabır zannettiğin şey kırmızı elbise giyip boğanın karşısına geçmekle, ötekine cesaret vermekle aynı şey olamaz mı? Hatlar karıştı mı karışıyor. Tevazu ve izzetin, zilletle kibrin karıştığı gibi…

Oysa sen de, senden öncekilerin elini kapıya sıkıştırdığı aynı yerde sıkıştırmış, başkalarının takıldığı aynı taşa takılmışsındır. Ama ‘neyse susayım ve sabredeyim’ diyerek acıyla yola devam etmişler, kendilerinden sonrakilere de hastanedeki hemşire resmi gibi sus işareti yapmaktan başka çare bulamıyorlar mı? Bir yerdeki bir haksızlığı dile getirmek niye vazifemizdir? Çünkü haksızlığın yüzü sadece sana dönük değildir! Sen kendi başına geçen bir hastalıkta sabretmeye çalışırsın, ama sana yapılanın başkalarına da yapılmaması adına, başkalarına olan şefkatin adına dile getirmek zorundasındır. Yani yoldaki eza verici taşı kaldıramıyorsan da hiç değilse o taşı gösterip ikaz etmelisindir. Ne acı ki, ben taşlara takılıp acıyla kıvranırken “He, orada taş vardı” dediler. Baştan ikaz etmemek mesuliyet gerektirmez mi?

Evet, Allah mahzun kalplerle beraberdir. En çok dostlar eliyle darbe gelmesi, dosta karşı yüreğin hassasiyetinden olsa gerek. Başkası dese incinmeyeceğin sözü değer verdiğin veya bir şekilde söz sahibi olan birinden işitmek aynı şeyler değildir. Ama biz zaten müminler olarak ahiret kardeşi, birbirine imanını kuvvetlendirmekte, şevklendirmekte yardımcı ve yoldaşlar değil miydik? Aynı uhrevi gayeye gözümüzü dikmemiş miydik? Birimiz şarkta birimiz garpta, birimiz berzahta da olsak, zaman ve mekan üstü manevi bağlarla bağlıydık? Fena fil ihvandık? İşte böyle bir pozisyonda dosttan dosta veya hizmet arkadaşından öbürüne hizmetine ve yüreğine yönelik itham ve tahkir gelirse o kişinin manevi bağları sarsıntı geçirir! Önceki yazıda benim dikkati çekmek istediğim kısım da tam olarak buydu. Ve asıl dikkat etmek istediğim ‘içerdekilerin’ ‘can sıkıntısından!’ ve ‘düşman bulamamaktan!’ birbiriyle uğraşmasının sakatlığıydı. Gerçekten bir vakit şiddetle yaşadığım kalp kırıklığı ve kilitlenme ve hatta çöküntü halini başka birilerinin yaşamasını istemiyorum. Yaşayanları gördükçe daha çok üzülüyorum.

Düşmanın elinin uzanamayacağı yerlerden, yüreğimizin hassas noktalarından vurulup düşmemiz ve kalkıp yürümemizin gecikmesindeki asıl sebep, yüreğine kardeşlik manevi bağlarıyla ve hizmet adına bir araya gelişlerde aldığın kişilerce oluyor. Elbette önceki hayatımdaki en mutlu günümü, hizmete dönük şimdiki hayatımın en acı gününe tercih etmem. Tevafuklar, İltifat-ı Rahmâni, ihsanlar hiç eksik olmadığı gibi pek çok önemli dualarımın gerçekleştiğini hayretle müşahede ettim o kırgınlık evremde. Ama dedim ya, hiçbir şey ‘tokat atanı haklı çıkarmaz!’ Eğer değişik dini söylemlerle böyle bir şeye alt yapı oluşturmaya kalkarsak, tokat atanın elini havada engellememiş ve sadece bize değil başkalarına yönelik haksızlıklara da zemin hazırlamış oluruz. Zulme rıza zulümdür, oluyor bunun adı. Tokat yiyene “O senin kardeşindir, affet gitsin” rahatça derken, tokat atana “O senin kardeşin, vurma bir daha!” demek niye zor geliyor, asıl merak konusu bu! Sizin anlayacağınız, bu zamandaki en büyük imtihanı ‘içerden’ yaşıyoruz biz.

Ve ben de ‘Hey, içerdekiler!’ diye hassas olmaya çağırıyorum. Hani bir Türk filminde Munir Özkul dört çocuğunu evlenerek eve getiriyor da, kalabalıktan gürültü hiç eksilmiyor. Yukarda ip atlıyor biri “37, 38, 39...” diye de, “Hey, yukardakiler!” diye bağırıyor Ferit! İçerde onca didişmenin ardından, dıştan gelen taarruzla kenetleniyorlar ilk kez…

Sadede gelelim. Yani yazının başlığına:

İman bağının verdiği nur ve şuurla, müminler olarak Allah’a bağlanmış yüreklerimizle, Allah’ın isimleri adedince kardeşler arası bağlarımız vardır. Risalelerin her şeyi esmaya dayandırarak açıklaması o kadar güzel ki… Kardeşlik unsurunda da bu manevi bağa ve isimlere dayandırması bağlarımızın kuvvetlenmesi adına tefekkür edilmeye ayrıca muhtaç. Allah’ın bildiğimiz bin güzel ismi varsa, Rezzak, Malik, Halık vs. bin kadar isimlerce bağımız var. Sadece Razıkımızın bir olduğunu düşünmekle, yani sen de ben de Rabbimize elimizi açmışız ve ihtiyaç ve isteğimize göre avuçlarımızda bir şeyler bulmuşuz. İşte o zaman dönüp birbirimizin avucuna kem gözle, haset nazarıyla bakmak yerine, ‘Ona da bana da veren ve ihtiyaçlarımızı gideren Allah’ diye bakarak şükrümüzü çoğaltacağız. Sırf bu bile insanlar arası boğuşmaların ve koltuk kavgalarının yolunu kesen önemli bir düşünme biçimi ve barış çizgisi olurdu. Halıkı bir olduğunu düşünmekle, ötekinin boyuyla, cinsiyetiyle, görünüşüyle, karakteriyle ilgili hafife almaların yolu kesilirdi. Mabudu bir olduğunu düşünmekle biri ötekine tekebbüre, öbürü diğerine zillet ve minnete düşmezdi.

22. Mektup İkinci Vecih’teki ilgili bahsi okurken; “bine kadar bir, yüze kadar bir, ona kadar bir, bir” diye geçince bu siteye ‘binyüzonbir’ bunun için mi denmiş, tam yerinde bir işaret olmuş ve inşallah manevi bağların güçlenmesine ve ‘paylaşarak çoğalmamıza’ vesile olur, diye altını çizmek istedim. 1111’i unutmadan ‘yol almak’ dileğiyle…

  26.12.2005

© 2021 karakalem.net, Hülya Kartal



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut