EDWARD SAİD, Yersiz Yurtsuz’luğunda; her anne ve babanın, çocuğuna bir kader, bir hikâye armağan ettiğini söyler. Bu tespit, çaresiz tutsağı olduğumuz bir gerçekliğe işarettir. Said haklı; anne ve babalarımızın hikâyesine doğarız. Ne anne ve babamızı, ne içine doğduğumuz mekânı, ne de doğar doğmaz bizi saran zamanı seçebiliyoruz. Şeceremizi oluşturan isimlerin, yakın-uzak akrabaların hikâyelerine eklenir, hikâyemize ordan başlarız. Zaman bizi ileri doğru iterken, üzerimize üzerimize gelen hayat bizden bir tepki beklerken, biz çaresiz tutsağı olduğumuz hikâyenin imkânlarıyla konuşuruz. Siyah veya beyazız, çirkin veya güzeliz, zengin veya yoksuluz, Doğulu veya Batılı’yız. Anne ve babamızın izinden ya da onlara yakın ve akraba yollardan yürürüz. Kendimiz olmaktan çok, birilerinin çocuğuyuz ve yakınıyız. Seçmediğimiz, ama etimizde bir tırnak gibi dolaştırdığımız hikâyemizle yaşarız. Anne ve babamızın tercihleri, bir işe girmemize mani teşkil edebilir; bir ülkenin vatandaşı olmamız, başka bir ülkeye girişimizi imkânsız kılabilir; her yanımıza cimcik atan reel gerçekliğimiz, yüreğimizde bir kartopu gibi büyüyen düşlerimizi deşebilir. Açıkçası; umduğumuzu değil, bulduğumuzu yiyoruz. Ayrılmak zorunda olduğumuz bir yere kısa bir süreliğine uğramış olmaktan öte bir şey yapmıyoruz, dünya denen bu yerde. Zaten dinler de, ‘misafirliğimiz’e vurgu yapmıyor muydu?
Bu temel gerçeğe bir mümin tavrıyla teslim olmak, hiç şüphesiz çatışmasız bir sükûnet yaşatır. Çaresiz tutsağı olunan hikâyenin bir köşeciğine eklenip orada öylece kıvrılmak, anne ve babayı tekrarlamaktan öte anlamı olmayan ritüellerin kahramanı oluvermek, can da yakmaz. Ne olacak yani, öteden beri herkes öyle yapmıştır: sen de, anne-babanın işaretlediği alanda koşturursun, onlar gibi yaşarsın ve onlar gibi ölürsün. Kıyısı köşesi olmayan, ortalıkta yaşanan hayatın o korkusuz evreninde, sükûnet içinde gözlerini kapatırsın. İsmin, şu veya bu olmuş farketmez, anne ve baban olursun; kendin olmayarak, ayrıca bir yük de yüklenmeyerek...
İçinde deli bir rüzgâr esmemiştir, esecek gibi görünenler de, aldığın ‘eğitim’le bastırılmıştır. Başını alıp gitmemişsindir; ceddinin ayak izleriyle eskimiş o bildik yerin uzağındaki toprakların kokusuna bulaşmamış, ayak değmemişliğine karışmamış ve dikenlerine ayağını uzatmamamışsın. Başka bir yere gitmediğin için, durduğun yer ile başka yerleri kıyaslamamışsın. Hatta ‘yer’ diye bir meselen olmamış. Çünkü ‘yerini’ farketmen için ‘başkasının yeri’ni bilmen gerekir. Belirsiz, isimsiz, öylece akıp giden zamanın ve eskiyen mekânın matlığında silikleşe silikleşe silinmişsin. Ne dinmeyen acıların, ne de bitimsiz heyecanların olmuştur. Ama sürülmemiş ve ekilmemiş bir toprak gibi hiçbir şey de doğurmamışsındır. Var veya yok olmuşsun, hiç kimse bunu farketmemiştir. Yani aslında yoksun. Olmadığın için, hikâyen de yoktur.
Peki, anne ve babalarının armağan ettiği gerçeklik ve hikâyelerden, bir sebeple yola koyulup uzaklaşanlar, uzaklaşıp kendi hikâyelerini kurmaya girişenler de böyle midir? Olur mu öyle şey!? İnsan yola koyulmaya görsün, başkalaşmanın adı olur hemencecik. Çıktığı yerden uzaklaştıkça eski elbiselerinden soyunduğunu farkeder. İlk elbiseleri, geldiği yerin iklimine cevap olmaktan çıkar, çıkarılıp bir köşeye bırakılırlar. Yolcu, artık elbisesiz ve kimsesiz, yalnız başınadır. Kişisel tarihinde yerini alan elbiselerin çıplak bıraktığı teni, kimsesizlik ve yabancılık içinde üşümeye başlar. Başkasının değil, içinin rehberliğinde yürür; ihtiyaçlarını farkeder. Farkettiği şey, bütün çıplaklığıyla kendisidir. Eksikliğini, yalnızlığını, içindeki derin boşluğu görür. Yapılacak çok şey vardır, ama ne yapılacaksa, yapacak olan odur. Attığı her adım, onu biraz daha ‘armağan hikâye’den uzaklaştırırken, uzaklaştırıp yalnızlaştırırken, aynı zamanda belirginleştirir de; kendisi denen şey çıkar ortaya. Gerisin geri dönmek çoğu zaman mümkün olmadığına göre, kaçınılmaz olarak yola devam eder. Ve devam eden yolculuk, yolcuya, belli belirsiz yeni elbiseler diker. Daha yabancı ve daha şahsî renkler taşıyan bu elbiseler yolcuyu farklılaştırır.
Yolcunun farkı onu farkettirir. Ayrılmış biri olur; yolculuğuyla, yolculuktan edindiği renklerle aynılığa uzak düşmüştür. Anne ve babasının devamı bir varlık değil, onlardan kopan, koptukça başkalaşan biridir. Başkalaşıp yalnızlaştığından, koca bir varlık içinde daha çok seçilir; seçilen her bir şey gibi, daha çok dikkat çeker. Hayatı daha derinden hissetmiş, hissettiği şeyi kendi haline bırakma lüksünü yitirmiştir. Maruz kaldığı şeyi tanımak, tanıdıkça onu anlamlı kılmak gibi kaygılar edinmiştir. Velhasıl ‘kaygı’lı biridir yolcu. Kaygılı, yani düşünüp duran... Düşündükçe gerçeklikten kopan. Kopan, yani ‘yer’i yitiren. ‘Yersiz’leştikçe ‘yurtsuz’laşan... Yersiz ve yurtsuz, yani hiçbir yerde olmayan... Olmak adına biriktirdiği ‘ben’i koyabileceği/yaşatabileceği bir yer bulamayan...
Olabildiğince var olan, ama varlığını taşıyabilecek bir mekânı olmayan birinden bahsediyoruz. Kendine çok tanıdık, başkasına ise çok yabancı gelen birinden...