RİSALE-İ NUR’UN iki ‘İhlas’ lem’ası arasında, ikincisi biraz daha öne çıkar. Bediüzzaman’ın ‘en az onbeş günde bir okunması’ lüzumuna ilişkin ihtarından da anlaşılacağı üzere, bunun böyle olması da normaldir. Maamafih, biraz daha öne çıktığı halde, İhlas risalelerinin ikincisi olarak “Yirmibirinci Lem’a”nın dahi, ‘en azından onbeş günde bir’ okunduğunu ve gereğince anlaşılıp yaşandığını söyleyebilir durumda değiliz. Bu lem’anın özellikle ‘büyükler’ karşısında ‘küçükler’i koruyan ve şahsî hukukları muhafaza eden ‘özgürlükçü’ ölçülerinin ise hepten gözden kaçtığı rahatlıkla söylenebilir.
Öyle ya da böyle, “Yirmibirinci Lem’a,” iki İhlas lem’ası arasında öne çıkanıdır ve bu iki İhlas risalesinden ilkini ‘cemaatler arası’ ve ikincisini ‘cemaat içi’ ilişkileri düzenliyor nazarıyla okuma yönünde bir eğilim mevcuttur.
‘Cemaat’ten Bediüzzaman’ın kasdı ile bizim kasdımız arasında ciddi bir farkın varlığına kâni olduğum için, bu ayrıma soru işaretiyle yaklaşan biriyim. Bununla birlikte, “Yirminci Lem’a”nin ehl-i dinin farklı grupları—ama bu arada aynı grubun farklı meşrepleri veya şahsiyetleri—arasında bir dayanışma, işbirliği ve uhuvvetin ölçülerini yerli yerine koyuyor olduğu gerçeğini de teslim etmem gerekiyor.
Dar bir vakitte yazılan bir yazıyla “Yirminci Lem’a”nın verdiği dersleri özetlemek zor. O yüzden, şu an burada, bu lem’adan aldığım derslerin birincisine yalnızca bir girizgâh yapmakla yetineceğim. Ki bu ders, doğru ölçülere sahip olmanın yetmediği, doğru ölçüleri ‘yerli yerinde’ kullanma yeteneğinin de gerekliliğidir.
“Yirminci Lem’a”nın başından sonuna görürüz ki, Bediüzzaman’ın dikkatle vurguladığı üzere, ehl-i dinin hâl-i pürmelâlinin ardında, doğru ölçülerin yanlış tatbiki vardır. ‘Daire-i itikad’a dair bir hakikat ‘daire-i esbab’a tatbik olunmuş; meselâ, Allah’ın kudretine itimad edilirken, O’nun şu daire-i esbabda vazettiği hikmet ihmal olunmuştur. “Allah kerim” düşüncesiyle yola çıkılmış, bu yapılırken Allah’ın kerem ve ikramının sahih bir beraberlik, bir işbirliği, bir uhuvvet kurabildiğimizde bize nasip olduğu unutulmuştur. Velhasıl, ehl-i din, doğru ölçülere sahiptir; ama bu ölçüleri doğru yer ve zamanda doğru şekilde, yani ‘yerli yerinde’ kullanmamaktadır. Buna karşılık, ehl-i dalâlet, yanlış ve süflî niyetlere sahip olsa bile, bu yanlış ve süflî emele sahip olabilmenin daire-i esbabdaki doğru yolunu bulabildiği için amacına ulaşmaktadır.
Yani, bir tarafta doğru yolda doğru ölçüleri yanlış tatbik eden bir ehl-i din tablosu vardır; öte tarafta yanlış yolda doğru ölçüleri doğru kullanan ehl-i dalâlet tablosu.
Sonuçta, bu tablonun galibi, doğru yolda da olsa doğru ölçüleri yanlış tatbik eden mü’minler değil; yanlış yolda doğru ölçüleri doğru kullanan ehl-i dalâlettir.
Ehl-i dalâletin bütün haksızlığıyla birlikte galebesi, ehl-i dinin bütün hakkâniyetiyle birlikte mağlubiyeti, işte bu sırdandır.
Bu tablonun değişmesi için birinci ‘İhlas’ risalesinin önerdiği çözüm ise, doğru yolda ve doğru ölçülere sahip olmanın bizim için yeterli olmadığının farkına varıp, bu ölçüleri doğru tatbik edebilmemizi mümkün kılacak bir hikmet ve ferasetle donanmamızdır. Ki, bu hikmet ve ferasetin açığa çıkması için ‘ihlas’ gerekmektedir. Doğru ölçülerin halihazırdaki yanlış tatbikinin, diğer bi deyişle suiistimalinin sebebi, ‘ihlas’ noktasında yaşanan zaaftır zaten.
Dar bir zamanda, “Yirminci Lem’a”dan aldığım en birinci dersi bu kadar özetleyebildim.
Dileyelim ki, daha geniş bir zamanda iki İhlas lem’ası üzerinde daha bir derinlikle durabilelim.