Nuh'un Gemisi / Hidayetin Elçisi

Abdurreşid Şahin

KÜÇÜKLÜĞÜMDE ÇOCUK kalbimi derinden etkileyen bir olaya şahit olmuştum. Yangın! Güneşin yeşil tebessümünü nice tonlarıyla gülümseyen koca dağ bir anda küllere dönmüş, yaprakların tatlı hışırtısında şarkı söyleyen o güzelim orman karalara bürünmüş yas tutuyordu. İnsanlar koşuşturuyor, kazma kürek yangını söndürmeye çalışıyor, her yanda “ su getirin “ “çabuk su bulun“ bağrışmaları yankılanıyordu. Hayatımda ilk kez bir yangına tanıklık ediyordum o gün. Küçük gözlerim yerlerinden fırlamışçasına açılmış kalbim heyecandan ve korkudan ürperir olmuştu.

Günlerdir tesirinden kurtulamadığım o yangın bir gece sessizce rüyama giriverdi. Dehşetli dakikalar yaşattı çocuk kalbime. Dağın yanışından daha derin izler bıraktı ruhumda. Zira rüyamdaki yangın daha dehşetliydi. Sadece ormanları değil bütün köyü kasıp kavuruyordu. Tüm sevdiklerimle birlikte ben de o yangının içindeydim. Telaşla sağa sola koşuşturmuş, annemi, babamı ve kardeşlerimi bulup o zamanlar köyün tek arabası olan Miraç amcanın otobüsüne doldurmuştum. "Kaçmalıyım" diyordum "kaçıp sığınmalıydım dağların ardına". Hızla arabayı sürüyor bir yandan da dehşet içinde yangını seyrediyordum. Yangının alevleri göğü kızıla boyamıştı ve otobüse doğru hızla yaklaşıyordu. Alevler otobüsü yalayıp geçtikçe kabim hızla carpıyor, ailemi yakıp kavuracak diye ödüm patlıyordu. Derken otobüsüm de alev aldı. Otobüsün arka tarafı tutuşup öne doğru gelen yangının verdiği çaresizlik ve korku yetmiyormuşçasına etrafta yankılanan bir ses beni iyiden iyiye dehşette bırakıp ümitsizliğe boğdu.

Ses yangının bütün dünyayı sardığını haykırıyordu. Kaçacak hiçbir yer yoktu. Hepimiz cayır cayır yanmaya mahkumduk. Gidecek ve sığınacak hiçbir yer kalmamıştı. Çaresizlik içinde kıvranırken denizde bir gemi ilişti gözüme. “Ah !! Keşke o gemiye ulaşabilseydim” diyerek, korku ve ümit karışımı bir ruh haliyle uyandım. Ter içindeydim, yaşadığım rüya değil de gerçekti sanki. Endişeli bir bekleyişle bir müddet kımıldamadan durdum. Hala rüyanın tesirindeydim. Yangının devam ediyor oluşu ihtimali ve evdekilerin yanmış olacağı endişesini taşıyordum. Sonra bir cesaretle etrafıma bakınıp her şeyin yerli yerinde olduğunu görünce rahat bir nefes almış, Rabbime şükretmiştim.

Ve aradan günler geçmiş, korkulu günler yaşatan o rüyanın kıskacından da bir nebze olsun kurtulmuştum.

Sonraları hayat kervanıma nice rüyalar, nice hayaller ekler olmuştum. Kırlarda dolaşmış deste deste çiçekler toplamış, dalgalarla coşmuş, denizin sahilinde dinlenmiştim. Sandala atlayıp denizin parlayan yüzünde güneşin tebessümlerini yakalamış, gökte yelken açan bulutlarla yarışmıştım. Irmakların minik çağlayanlarında inciler toplarken yakut yapraklı ağaçları doldurmuştum kervanıma. Onların da yanına anne- baba dediğim arkadaş, kardeş, sevgili ve dostlarım diye adlandırdığım nice insanları, nice sevimli hayvanları da katmıştım kervanıma. Koca bir kervana sahip olmuştum sonunda. Dev bir kervanın reisi olmuştum ve yol alıyordum. O mekan senin bu zaman benim dolaşıyor yenilikler dolduruyordum kervanıma.

Derken kervanın yolu bir çöle rast geldi. Hiç beklemediğim bir anda bir çölün içinde buluverdim kervanımı. Her şeyi kasıp kavuran hayat suyu namına hiçbir şey bırakmayan bir çöldü burası. Çiçeklerimi solduruyor, ağaçlarımı kurutuyor sevdiklerimi söküp alıyordu benden. Baba diye adlandırdığım, çocukluğumun sevgi pınarlarını oluk oluk akıttığım gülümü soldurdu ilk önce. Bir anda vampir misali can damarına yapışmış acı inleyişlerle kıvrandıktan sonra çekmişti hayat suyunu. Vücut yavaşça erimiş cehre solgunlaşıp gözler ışığını yitirirken dil ses vermez olmuştu. Kendisini kaldıran ellerde bir çuval gibi yığılışıyla özü gitmiş sevilen nesi varsa alınmış bir posaydı gördüğüm.

Günlerim hüzünle doğuyordu sabahlara artık. Boşunaydı çöle ektiğim çiçekler verdiğim emek. Akıttığım hayat suyu boşunaydı, didinişim boşunaydı artık. Ektiğim güllere su taşıyordum fakat çöl daha köküne değmeden solduruyordu yapraklarını. Ağaçların damarlarında kuruyordu hayat suyum. Kurumuş kemiklere bakıyordum sanki. Sevdiklerim suyu tadamadan çölün kızgınlığında kuruyordu. Her şeyin özünü kurutup posasını sunuyordu bana çöl. Solgun yüzler, kuru kemikler, ızdırapla inleyen yakarışlar, kavuşturmayan ayrılıklarla elem yağdırıyordu kalbime. Çaresiz küçük bir kum tepeciğine çıkmış kervanımı seyrediyordum hüzünle. Çölün itikbal tarafında kervana yeni katılanlar, akıbetleri meçhul olması dolaysıyle ekiden hissettiğim mutluluğu tattırmıyorlardı artık bana. Zira artık biliyordum ki önlerinde kavurucu bir çöl vardı. Her şeyi kurutan hayat namına ne varsa kumuna çeken bir çöl.

Hemen yakınımda içinde yaşadığım anda ise solmuş veya solmaya yüz tutmuş çiçekler, ölmeye yüz tutmuş ve ızdırap içinde inleyen sevgililer vardı. Biraz ilerde bilinmez kuyulara atılmış, cesetleri kavurucu kumda eriyip kuru kemiklere dönmüş dostlar yatıyorlardı. Büyük bir tufana tutulmuştu dört bir yanım geçmişim, geleceğim ve anım dev bir hortumun kollarında ölüm dansını oynuyorlardı. Nereye atıldığı belli olmayan hedefe doğru hızla çekilip sökülüveriyordu benden. Çaresizlik içinde kıvranıyor yok mu bütün bu olup bitenin çaresi diye sorguluyordum. Sahi neydi bütün bu olanlar. Niçin gelenler dönüşsüz gidişlerle gidiyor. Ve yine neden gidenler girdikleri çıkılmaz kuyudan elem ve ızdırap yağdırıyordu kalbime. "Neydi bütün bu yaşananlar.

Neden korkunç bir tufana tutulmuştu bütün kervanım ? Yok muydu ? Bir çaresi bu tufandan kurtulmanın. Nasıl bu güzelim şeyler helak olup gidebilir ki, kim buna göz yumabilir" diye düşünürken dev kum fırtınaları arasında bir gemi ilişti gözüme. Bir an bir ümit ışığı belirdi kalbimde. Bir kurtarıcı gönderildi bana diye düşündüm içimden. Kurtuluş orda, o gemiye ulaşmakta, diye haykırdım. Fakat bende hiç hal kalmamıştı. Çöl bütün gücümü tüketmiş bütün yardımcılarımı kurutmuştu. Gemiye ulaşacak takatim dahi yoktu. O an yapabileceğim tek şeyi yapıp haykırdım "imdaat" diye, ve yığıldım kaldım kumların üzerine.

Gözlerimi açtığımda geminin içinde buldum kendimi. Başımda bir kılavuz gemiyi gezmeye davet etti beni, ben çölün üzerimde açtığı yaraları göstererek güçsüz ve çaresiz olduğumu söylediğimde bir tebessümle gülümsedi bana. O an taptaze bir kuvvet hissettim içimde, o bakış yepyeni bir hayat vermişti bana sanki; cennette doğmuş gibi hissediyordum kendimi. Kalktım ve kılavuzumun eşliğinde dolaşmaya başladım gemide. İlk önce çiçek yetiştiren birine rastladık.

Sordum, çiçekleri nasıl yetiştirdiğini ona. O bana bir gülü işaret etti. Gülü görür görmez hayran oldum. Gül tarif edilmez güzellikte bir güldü. O gülde şimdiye kadar gördüğüm bütün gülleri bütün ton ve güzelliklerde görebiliyordum. Gül güzelleştikçe güzelleşiyor, üzerinde her renkte, her desende yeni çiçekler devşiriyordu. Baktığım tek bir güldü fakat onda bütün çiçekleri her renk ve desende görebiliyordum adeta. Bir şey her şey, her şey bir şey suretinde gözüktü gözüme. Gül yaydığı enfes kokularla konuşuyordu sanki. Bütün güzellikleri tek bir demette sunuyordu bana.

Ben kılavuzuma sordum :Nedir bütün bu olanlar ? O “Bu gül, bütün bu güzelliklerin ve tüm bu çiçeklerin sahibinin sana gülümsemesi ve bir mektubudur. Oku onları” dedi ve kulağıma bir kelime fısıldadı. Hayret içinde güle tekrar baktım ve okumaya calıştim onu. Okudukça dilimden

“SUBHANALLAH”, “SUBHANALLAH”, “SUBHANALLAH” kelimeleri dökülüyordu. Üstelik gül de beni tasdik ediyor ve tebessüm ediyordu sanki.

Daha sonra kılavuzum uzaktan bir çekirdeği gösterdi. Çekirdek yaklaştıkça büyüyor büyüdükçe iki kapılı saray kapısını andırıyordu. Kılavuzum kapıda duran adama bir işaret verdi ve o zat asasıyla kapıya dokunur dokunmaz çekirdek açılıverdi. Ben kılavuzumun eşliğinde kapıdan içeri girdim.

Gördüğüm manzara muhteşemdi. Ön kısmında ayaklarımın dibinde rengarenk otlarla çevrili fidanlıklar, daha ilerde yeşilin bütün tonlarında hulleler giymiş ağaçlarla kaplı ormanlıklar ve daha da ilerde içersinde yüzlerce insan ve hayvan bulunan bir ova. Ovada bulunan saray bahçesinin ağaçları birer hizmetçi misali ellerindeki güzel meyveleri sunuyorlardı insanlara. Baktım her bir sima tanıdık ve hepsi de kervanımdakilerin ta kendisiydi. Her biri büyük bir ziyafette imişçesine memnuniyetle gülümsüyor, bir şeyler fısıldıyorlardı kendi aralarında. Onların memnuniyetleri beni inanılmaz hazlara gark etti. Sanki onlar benim azalarım ve her bir azamın sururu bana ayrı bir saadet kapısı açıyordu. Sonsuz rahmetin sıcaklığını taşıyordum kalbimde. Güneşi kalbinde saklayan bir katre gibi hissettim kendimi.

Hayret ve merak içersine sordum kılavuzuma: Bütün bunlar nedir? diye. Kılavuzum:

"Bütün bunlar bu geminin sahibinin gemide bulunan misafirlerine sunduğu bir ziyafettir. Bütün bu misafirlerin söylediği de o merhametli efendiye karşı sundukları teşekkürleridir" dedi. Ve kulağıma bir kelime fısıldadı. Ben o kelimeyi bütün zerrelerimde hissederek haykırdım.

”ELHAMDÜLİLLAH”, “ELHAMDÜLİLLAH”, “ELHAMDÜLİLLAH”

Baktım her şeyde aynı kelime parıldıyor, memnuniyetle tebessüm ediyorlardı.

Daha sonra kılavuzuma geminin sınırlarını sordum. Beni taht biçiminde bir Burak’a bindirerek gezdirmeye başladı gemide. Gemi ilk bakışta küçük bir saray büyüklüğünde gözükürken gittikçe büyüdü. Önceleri bir dünya daha sonra hadsiz uzayda yüzen dev bir yıldız, derken daha da büyüdü, büyüdü, büyüdü... Ben gördüğüm haşmet ve azamet karşısında hayret içersinde kaldım. Dev cisimler hiç yolunu şaşırmadan nizam ve intizam içersinde dönüyor ve kendilerine çizilen bir rotayı takip ediyorlardı. Her şeyde mükemmel bir nizam ve intizam gözüküyordu. Azamet ve kudretin büyüklüğü karşısında öylesine küçüldüm ki. varlığımdan şüphe etmeye başladım, varlık alemleri içerisinde silinip gitmiştim sanki. Benliğim bensiz kalmış, sanki yokluk denizine dalmıştı. Hayret ve muhabbet duygularımla kılavuzuma baktım o bana yeri işaretledi, ben de derhal secdeye kapandım.

Dilimden “ALLAH-U EKBER”, ” ALLAH-U EKBER”, ” ALLAH-U EKBER” sedaları yükseldi. Kalktım her yer aynı seda ile yankılanıyordu. Ben ve her şey Onu söyleyen birer SÖZ olmuştu sanki ve Onun kelamı tüm varlığı kuşatmış gibiydi.

Nuhun gemisi tarihin sayfalarında gizli değildi artık. Onun nuruyla bakan göze her şey bir sefine oluyor, kalbin kulağına sessiz lisanlarla bağırıyordu adeta. NUHUN GEMİSİNE GELİN, HİDAYETİN ELÇİSİNE YÖNELİN.

RABBİM! Bizi de hidayetin vesilesi olan nuhun gemisine bindirip Senin ve cennetinin sahilerine ulaştır. AMİN.

  13.12.2005

© 2021 karakalem.net, Abdurreşid Şahin



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut