Kızıl Üstü Sarı

“Geride bıraktığım acılar parkı,
Yalnızlıklarıma sahne oldu,
Oynamak kolay değil dedim kendime, yoruldum,
Arkadaşlarım beni bende vurdu.
Uzandı ellerim çocukluğumun koynuna,
Aradım kendimi kiraz ağaçlarının altında
Unutmak kolay değil dedim kendime, ağladım.
Avucumda otuz dört yaşım, dudağımda şarkım,
Oturup söyledim sabaha kadar,
Oturup ağladım, sabaha kadar…”
(Düş sokağı sakinleri)

SONBAHARIN SON GÜNEŞLİ GÜNLERİNDEN biriydi bugün. Parktaydım. Elbiseleri büyük ölçüde üzerinden dökülmüş ağaçlar, eğri büğrü dallarıyla biraz utangaç görünüyorlardı. Gencecik de olsa kimileri, bu mevsimde mütebessim bir ihtiyar gibiydiler.

Mütebessim ihtiyar diyince sokağımızdaki seksenlik Şehri Teyzemizi anayım. Geçen gün misafir oldu. Bir ara dört yaşındaki yeğenim teyzenin yanına gidip, henüz iki dişi çıkmış misafir bebeği kast ederek “Onun dişleri daha tam çıkmamış. Bak, benim dişlerimin hepsi çıkmış!” dedi. Teyze de takma dişlerini gösterip “Bak, benimkilerin de hepsi çıktı” diyip hiç diş çıkarmamış gibi duran ağzını göstererek güldü.

Sonbaharda parkın hali bir başka oluyor. Puslu bir hava, cılız güneş huzmeleri, üşüyen ve neşelenmeye çalışan çocuklar. Ama bu kez özel bir görüntüyle karşılaştım. Küçükken en sevdiğim şey parkta sallanırken ağaçların göğün mavisine karışan yeşil yapraklarını seyretmekti. Mavi ve yeşil yan yana nasıl da yaraşırdı birbirine. Hafif esen rüzgârla bir de hışırdayıp raksa geldiklerinde, sallanmanın keyfi kaça katlanırdı tahmin edemem.

İkindiydi gittiğimde. Tez geldi güneşin batışı. Altın sarısı yitmiş ve tunçlaşmış haliyle kızıla boyamıştı gitmekte olduğu yeri. Ve ben bu batışı seyretmeye dalarken ağaçlarda son kalan sararmış yaprakları önceleyerek baktım. Aslında dalların arasından güneşe bakmaya çalışıyordum ama bir ara fondaki kızıllığı bırakıp ön saftaki sarı yapraklara getirince bakışlarımı, kızıl üstü sarıyı gördüm böylece. Sarı yaprakların ardındaki kızıl güneş veya kızılın üstündeki sarı yapraklar…

Üst üste binmiş gibiydi iki ayrılık. İki zeval, iki yaşlılık, iki uzaklaşma karşılıklı, iki veda birbirine sırtını dönerek, iki yol ayrımı…

Sarı yaprak ve kızıl güneş. Tıpkı iki yaşlının kol kola girip birbirinden destek almaya çalışarak ama birbirine veremeyerek yürümesi gibi duruyordu karşımda. Karşılıklı iki veda idi bu… Hüzünle birbirine bakan iki fersiz göz, iki acı söz, iki titrek el…

Bahardaki o kucaklaşan, birbirine ne de güzel yaraşan mavi ve yeşil yoktular. İki tebessümlü karşılaşma, iki mutlu selamlayış, kenetlenmiş iki güçlü el, ışıldayan iki yüz değildiler artık. Karşılıklı bitiyor ve gidiyorlardı son bakışlar eşliğinde.

Fani dünya o kızıl güneş, hepimiz o dalında titrek duran sarı yaprak gibiydik hep. Aslında hep son bakışlarımızdı etrafta gezdirdiğimiz. Her mavi ve yeşil kucaklaşmasının, bir kızıl üstü sarı son veda hali vardı. Hüzün kaça katlanırdı tahmin edemezdi hiç kimse…

“Nasıl da batıyor!” dedi eniştem. Aydınlık sıcak sarısıyla içimizi ısıtan ve neşe katan güneşin ihtiyar ve dermansız bir son haliyle vedaya durmasından kim etkilenmez ki? “Bu tarafta batıyor!” dedim. “Aynı zamanda başka bir tarafta doğuyor!”

İnsan etkilenir, hüzünlenir ama derin keder ve ümitsizlikten her zaman kendini kurtarmakla vazifelidir. Bunun için filmin sadece bir karesine değil, bütününe bakarak gerçeğe daha yakın bir anlama ulaşır. Şu an bizim ayaklarımızın dibine düşüyorsa yapraklar, başka bir yerde dallarda tomurcuklanmış, hayata bakıyor yeni gelenler. Bir yerlerde soğuktan donmuş ellerini hohlarken biri, yerkürenin başka bir yerinde başka biri, terini siliyor, eliyle yüzüne hava yapıyor serinlemek adına. Biri içini ısıtan, avuçlarıyla kavradığı sıcak çaya şükrederken, biri içini serinleten buz gibi limonataya hamd ediyor.

“Nasıl da kızıl oluyor böyle?” diyince eniştem, “Işık oyunları hepsi!” dedim kendimi tutamayıp. Kendime söylüyordum aslında gölge ve ışık oyunları arasında dolaştığımızı, yapmamız gereken tek şeyin ‘ bunları okumak’ olduğunu…

Hiç’in ve yok’un üzerine getirilmiş ve açılmış hayatlarda, son perde de hepsi tekrar hiçliğe gitmiyordu hiç değilse! Sarı yaprak ve kızıl güneş karşılıklı acı ve hüzünlü bir veda sahnesine durmuş gibi görünse de, güneş başka yerde yeniden doğmaya, yaprak başka baharda tekrar açmaya gidiyordu. Buraya çocuklarını bıraksa da, başka aleme teslim ediyordu gerçek kendini, yani ruhunu…

Bir gün üst üste binip beni sarhoşa çeviren acılarımı ve yitirdiğim bazı kabiliyetlerimi düşününce, “Acaba o kaybettiklerimi zaman geçip içsel yaralar kabuk bağlayınca tekrar bulur muyum?” merak ve endişesiyle dua ve sual ediyordum. Benim için pek mümkün görünmüyordu. Bu yürek yorgunluğuyla kim kalkıp da arayıp bulacaktı yeniden? Ve nasıl yeniden virabismillah diyebilecekti?

“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” soru ayeti geldi birden zihnime. Aynı soruyu ben başka türlü soruyor gibiydim ve çağrışım yapmıştı o ayetle. Ve ayetin devamına ve cevabına gitmişti zihnim: “Onu ilk önce yaratan diriltecek!”

İlk kez bu kadar ferahlamış, şaşkın bir içsel sevinç yaşamıştı iç alemim.

Bazen ardı arkasınca o kadar yitirmeler içine girer ki insan. Oysa ne varsa bulduğu ve yitirdiği, takdir edilenden ötesi değildir. Koca bir tufan çıkıp dünyayı kasıp kavuruyormuş ve seni de sürükleyip götürecekmiş gibi olursun. Oysa bir gemi inşa edilmektedir bir yandan. İçine özet ve özel birkaç şey konulmaktadır. Ve daha münbit bir zeminde “ikinci Adem” misali, yeni başlangıçların ve doğumların, hayat buluş ve dirilişlerin ortasında bulursun kendini…

Her mavi üstü yeşilin, kızıl üstü sarıya dönük bir yüzü ve bilgeliği… Her kızıl üstü sarının, bir mavi üstü yeşili bekleyen gözleri vardır…

  12.12.2005

© 2021 karakalem.net, Hülya Kartal



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut