Yemekte Ne Yok?

“YEMEKTE NE var, yemek nasıl?” diye sordu. İşimiz gereği bazı zamanlar çalıştığımız fabrikanın ögle vakti yemek aralarının herhangi birinde, yemekhaneye doğru giden birinin yemekhaneden dönmekte olan birisine artık bir refleks haline gelmiş bir tavırla sorduğu bir soruydu bu. “Kötü bir şey” dedi dönmekte olan, “hoşlanmayacağın bir şey” diye de ekledi. Mimiklerimi sözlerini, sözleri mi mimiklerini destekliyor du doğrusu kestiremedim. Ama sözlerindeki kararlılık beni irkitmişti. Yemek kötüydü. Menü patates yemeği, fırın makarna, salata, kemalpaşa tatlısı ndan oluşuyordu. İyi de bunca çeşit taam neden “kötü bir yemek” olarak bir çırpıda hükme bağlanmıştı ve neden bizim hoşlanmayacağımızdan bu kadar emin olunabiliyordu. Sebebi belliydi, kötüydü çünkü ‘kuvve-i zaikayı’ yani tat alma/tatlanma duyusunu sair yemeklere nispeten daha az tatmin ediyordu. ‘Kötü’ lüğündeki ölçü dilimize verdiği tattan ibaretti, e dolayısıyla patates pekde tat vermediği için ‘kötü’, ‘hoşlanmayacağımız’ bir yemek oluvermişti. Zaten bu soruyu oldum olası sevmezdim, sorunun kendisinden dolayı değil, yanlış anlamlandırılması üzere bina edilen muhtemel cevaplardan ötürü bu sorudan uzak durmaya çalıştığım zamanlarım oldu, bunda başarılı olamadığım zamanlarım ve aldığım cevaplardan utandığım zamanlarım da. Zira verilen cevaplar hep ‘kuvve-i zaikayı’ ölçü alıyordu, tatlanma duyusuna matufdu ve de lezzet eksenli idi. Yemek lezzetli ise, tat veriyorsa, dilimizi okşuyorsa güzeldi, “bugün güzel yemek var” dı, “bu yemeğe gidilir” di. Aksi bir durumda dışarıda “kötü olmayan” yemekler yemenin çaresini aramak lazımdı. Başka hiçbir ölçü/mikyas/mizan ortalıkta gözükmüyordu. Kuvve-i zaika tüm ölçülere posta koymuş gibiydi. Oysa insan sadece “kuvve-i zaika” dan ibaret değildi ki neden bütün değerlendirmeler onun tekelinde idi de, kalbe ve vicdana ait hiç bir ‘hiss’ e rastgelinmiyordu. Neden ve nasıl bir ‘it’ hükmündeki tat alma/tatlanma duyusu, efendi hükmündeki kalb ve vicdana rağmen böylesi şefkatsiz, şükürsüz, bencilce hükümler verdirip, Rabbin umumi sofrasından kullarına ihsan ettiği nimetlerine “kötü yemek” dedirtebiliyodu. Neden ondan hoşlanılmayacağından bu kadar emin olunabiliyordu. Ve neden efendiler ite söz geçiremez olmuşlardı.

Üstadım Bediüzzaman dan şükrün mikyası olarak ‘rıza ve memnuniyet’ dersini almıştım oysa. Hem patates in kıymeti sadece dilime verdiği tat değildi ki. O patates için bir kainat çalıştırılıyordu ve tek bir patatesin ardında çalıştırılan tüm kainatın şükürlerini, mazhar oldukları esmayı görüp patatesi kıymetlendirmemi bu minval üzre yapmalıydım. Rabbimin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirdim ? Hem nimeti inkar etmekle, nimeti tahkir etmek arasında bir çizgi varmıydı sahiden ? Varsa bile çok ama çok ince olmadığını kim iddia edebilirdi? Değilmiydi, zaten kim inkar ediyordu ki patatesin yaratıcısını ? Ve O’ nun patatesi yarattığını. Hiç kimse !. Lakin onu tahkir eden, “kötü yemek” diyen, “hoşlanmazsınız” diyerek şakkadanak pervasızca hüküm verebilen pek çoktu. Oysaki o kötü, hoşlanmayacağımız yemeği tüm hayatı boyunca yemeyen/yiyemeyecek olan onbinlerce aç muhtaç insan vardı. Evet ya onlar da insandı değilmi, onların da tat alma/tatlanma duyuları vardı, ama hiçbiri bizim “kötü yemek” lerimize kötü demezlerdi, çünkü onlar nimetin lezzeti ile değil, o nimete hissettikleri ihtiyacın ve o ihtiyacın ihsas ettiği acziyet ve fakriyetin şiddetiyle lezzet alıyorlardı. Hem aczini ve fakrını hissetme hali idi, ruha, kalbe ve vicdana ait hissiyatı inkişaf ettiren, geliştiren insaniyete layık bir kıvama getiren. Beşer olmaktan insan olmaya/insaniyete oradan da insaniyet-i kübra olan islamiyete vasıl eden. Hem Rabb-i Kerimin ihsan ettiği yemeğe kötü deyip, tahkir eden, memnuniyetsizlik gösteren acaba gerçekte nimetin kendisinimi tahkir etmekteydi yoksa o nimetin kendi dünyasındaki kıymetini itin zevkine hasrederek kendi insaniyetinimi. Sorunun kendisi zaten cevaptı. ‘Enamte aleyhim’ sırrına dahil olabilmenin sırrı, gerçek nimet olan “nimetlendirildiğini, bilmek/hissetmek” nimetine mazhar olmakla vuzuha kavuşuyordu belki de. Hem madem patates de olsa, kudret helvası da olsa O’ndandı, patatesi de bir kudret helvası bilmek, şükrünü ve memnuniyetini bu bilgi üzerine inşa etmek gerekmiyormuydu. Şükürsüzlüğün mizanı da hürmetsizlikti ve ortada kesinkes bir hürmetsizlik ve hem de “nimete karşı hasaretli bir istihfaf” vardı. Nimet tatlanma duyusunu memnun edebildiği, iti keyiflendirebildiği kadarıyla kıymetlendiriliyodu. Oysaki munim’i düşünmek lezzeti nimetin lezzetinden fazlaydı. Ama o lezzeti tadacak(!) kuvve ler neredeydi, gözükmüyorlardı buralarda. Nimetten bu lezzeti al(a)mayan bir kalb,vicdan “bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm” ü nasıl hissedebilirdiki ?

Oysaki şakir olup sahip olduklarına şükredenlerle beraber, şekur olup sahip olmadıklarına da şükreden, sadece menfaatlerine değil, men olunduklarına da şükreden,sadece bağış ve ihsana değil, belaya da şükreden, sadece yediği giydiği içtiklerine değil, kalbine gelen feyiz ve ilhamlara şükreden, sapıklık ve dalalet dışında her hal üzre Rabbine hamd eden, ham edebildiği için şükreden ‘Hz. İnsan’ lar yaşamıştı bu diyarda. Peki ya onların yemeğinde olanlar bizim yemeğimizde varmıydı, yada bizim yemeğimizde olmayan neydi ? Onların yemeği neydi?

Sahi yemekte ne yok(tu)?!.

  08.12.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Ergöktaş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut