Digerleri ve Edatlar

ESKİLER ESKİMEYEN bir düşünüşle “kamus namustur” demişler. İsabet etmişler. Kamusun namusuna halel geldiği vakit, anlamın rüyeti, lafzın ve nazmın anlamsızlığı içinde çirkinleşiyor. Mananın haşmet ve vakarı, lafzın düşüncesizliğinde, kuru malumatların, hazmedilmemiş bilginin ilimsizliğine kurban ediliyor. Ve olan oluyor, anlam(an)ın düşünceyle gelen izzeti, lafzın bile değil, nazmın düşüncesiz tekrarlarında pamal oluyor. Herkesin kullandığı bir orta malı oluyor. İletişim denilen o şey, artık manaların değil, nazmın üzerinden mümkün oluyor, zira lafzın bu ezici boyunduruğuna daha fazla tahammül edemeyen anlam, en oldurucu yoldaşı düşünceyle beraber arkalarında bir yığın düşünce ve anlam yetimini bırakıp, suretler diyarından siretler diyarına hicret eyliyor. Ne ki, bu kadarıyla kalmıyor. Düşünce/düşünme ve mana olmadan, mevziyi de mevzuyuda muhafaza edemeyeceklerinin şuurunda olan tüm isimler, sıfatlar, fiiller kavram kavram kafile kafile takib ediyorlar onları...Geride yalnız, tüm manasını suretlerde arayan, ama aslında ne fiilsiz, ne sıfatsız, bir anlamın bağlamına nüfuz edemeyen, anlamsız edatlar kalıyor.. Edatlar adeta tek başlarına anlamsızlıklarını fark ettikçe, suretlere daha bir meftun olup, daha bir sıkı bağlanıyorlar. Ne ki, onlar bağlandıkça anlamsızlığın manası, lafzın siretsizliğinde suret buluyor. Ve ‘hakikat’ yalnız suretlerde kalıyor.

Oysa ki, öylemiydi? Kamusun namusu, mananın vakarında gizliydi. Mananın vakarı ise, düşüncenin izzetinde. Bu izzetin hakkını teslim etmek, düşüncenin/düşünmenin kendisinin, sonucundan yada mahiyetinden daha ziyade düşünülmeyi hak ettiğininin farkında olmayı gerektiriyordu üstelik. Düşünce, lafzın ve nazmın üzerlerine erguvani bir kaftan geçirmiş aldatıcı kisvelerinin “bildik” kavramlara tornistan edilmiş versiyonundan öte bir anlam(sızlık) taşımıyordu şimdi. Mananın hakikatı incinmişti. Kavramlar yüklendikleri yalancı manaların riyakarlıklarına daha fazla tahammül edemiyorlardı. Suretlerin nefsiliğinin, anlamın siretini ifsad edişini haml edemiyorlardı artık.

Ve en nihayet, vaktini doldurup düşünceyle kendisine takdir olunan ömrü ikmal eyleyenler göçüveriyorlardı dilden, lugatlara hicret ile tahassun ediyorlardı. Hicret bile “lugat” a tahassun ediyordu sonunda. Hicret göç ediyordu lafız diyarından. İktisat tükeniyordu. İnayetin işi şansa kalıyordu.Tamah a bile kanaat edilmiyordu. Cihad kendisine karşı açılan savaşa daha fazla mukabele edemiyordu. Sebat etmekte hırs gösteriliyordu. Tevafuk a tesadüf edilmekteydi.Münazara ‘nazar’ sız, nazar keşifsiz kalıvermişti. ‘Amaç’ onca ‘araç’ içinde sesini bile duyuramadan ayaklar altında kaybolup gidiyordu. “Kazanmak” kaybediyor, “kaybetmek” kazanıyordu. Bürhan kayboluyor, elde yalnız dava kalıyordu. Dava içinde burhan, bürhan garibi bir yığın lafü güzaf la başbaşa bırakılıyordu. Lafız manaya mezar oluyordu. Ve ne acı ki, meydan edatlara kalıyordu.

Ama edatlar meydanları dolduramıyordu. Doldurmak için kalabalıklaşıyorlardı, kalabalıklaştıkça galebe-leştiklerini düşünürek.. Bir başlarına hiç bir anlam ifade etmeyen lafız kişilikli edatlar.. Kalabalıklarla/kalabalıklarda avunan edatlar. Sabit kalıp, müsbet hareket edenlere “aş artık bunları, sen hala oradamısın?”, diye müstehziyane soran edatlar.Sözün anlaşılmayıp duyulduğu, anlamın hissedilmeyip ‘zann’ edildiği lafız diyarının sakinleri edatlar. Zanları ya çok janjanlı, ya ziyadesiyle ‘ajan’ lı olan edatlar.İnandığı/anlamdırdırdığı için (...) ol(a)mayan, (...) olduğu için inanan edatlar. Konuşan ama kelam etmeyen, akleden fakat tefekkür etmeyen, kısaca ve/fakat uzunca “dünya hayatından bir zahir bilen“ edatlar. Kalabalıklarda kalabalıklarla kendini aldatan ferdiyetsiz edatlar. İpe sapa geldiği için, hangi ipi kimin elinde düşünüp anlamdıramayacak kadar anlamsız kişlikli edatlar. Ne acı!. Meydan onlara kalıyordu. Oysa onlar meydanı dolduramıyordu. Ve yine ne acı ki, tüm tarzlar, düsturlar, usuller, ve tabii vusuller sükut un ikrardan geldiği bu izzetsiz lafız diyarından, sukutun ve sükutun inkardan geldiği manalar ve usuller diyarına hicret eyliyorlardı.

Bunca örgütlü kalabalık, bunca anlamsız lafız ve nazım hay-huyunun arasında ‘digerleri’ ne düşen de “edatlar cennetinde yaşayanların mutluluğunu kıskanma, çünkü o ancak bir edata mutluluk getirir” diyerek ferdiyet köşesine çekilmek ve “keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri”* nden bahseden hikmetli insanın mazhar olduğu hikmete şahit olmaktan başka bir şey ol(a)muyordu çogu zaman.

Ne acı!




* Said Nursi, Muhakemat syf 32, Sözler Yayınevi 1977

  01.12.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Ergöktaş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut