İyi hümanist, kötü dindar...

GEÇTİĞİMİZ CUMA günü, Yeni Şafak’ta Fatma K. Barbarosoğlu’nun son derece dikkat çekici bir yazısı vardı. Bir söyleşide Ahmet Altan’ın söylediklerinden hareketle, Türkiye’de seküler hümanist kesimin özelde edebiyat bağlamında İslâmî/dindar kesime bakışını ustalıkla irdeliyordu Barbarosoğlu. Ahmet Altan gibi bir ismin, edebiyatla ilgili bir mukayese sözkonusu olduğunda İslâmî kesimin ‘zayıf’ örneklerini hatırlaması, ona göre, işin püf noktasıydı. Oysa, gerçek bir mukayese iki tarafın güçlü örnekleri arasında olursa adil ve doğru olurdu.

Barbarosoğlu’nun bu son derece önemli yazısını okurken, sürekli, onun dile getirdiği bu problemin sadece ‘Türkiye edebiyatı’ veya ‘Türkçe edebiyat’la, sadece ‘edebiyat’la ve sadece ‘Türkiye’ ile sınırlı olmadığını düşündüm (‘Türk edebiyatı’ yerine kullandığım diğer iki ifadenin, doğrulara muhalefetiyle ünlü CHP’nin son başkanının son yanlış çıkışına muhalefet olsun diye tercih edildiğini de bilvesile belirteyim.)

Bakıldığında görülür ki, Barbarosoğlu’nun sözünü ettiği durum, hayatın her alanında ve dünyanın her tarafında geçerlidir. Yirmi yıl önce üniversitenin son sınıfında, “Para Politikası” dersini verirken ‘semtlerindeki süpermarket sahibi hacı amca’yı anlatan hocamıza şaka yollu söylediğim şu itirazı o yüzden hep hatırlarım: “Vallahi anlamıyorum hocam, neden sizin karşınıza hep böylesi hacı amcalar çıkıyor? Neden biz çokça rastladığımız halde siz hayatınızda bir kez olsun başka türlüsüne rastlamıyorsunuz?”

Elbette, ‘algının seçiciliği’dir aslolan.

Mü’min kalbler rikkatlidir ve dikkatlidir ve dahi hikmetlidir. Her yolcuyu Hızır bilme erdemine açık oldukları gibi, yitikleri olan hikmeti ‘Çin’de de olsa’ bulup almakla yükümlüdürler. O yüzden, doğruyu Konfüçyus’tan, Lao-Çe’den duyduklarında da kabule yatkındırlar; ve dikkatle bakıldığında, ehl-i dinin yayınlarında, gazete, dergi ve kitaplarında nereden gelirse gelsin hikmete açıklık kendini kolayca ele verir. Söz doğru olduktan sonra, söyleyenin Çinli, Avrupalı, Afrikalı, Kızılderili, animist, şintoist, Hıristiyan, ateist olması onlar için yalnızca ikincil bir anlam ifade eder ve onları doğru olan sözü görmezden gelmeye ve göstermemeye itmez.

Hikmetli olan o kalbler, rikkatli ve dikkatli de oldukları için, hayatıyla ve düşüncesiyle mü’minler safında durmadığını açıkça beyan eden kişiler için de hep bir ümit yüklüdürler. Nasıl Ebu Cehil’in oğlu İkrime yahut Peygamber düşmanı şiirlerin yazarı Ka’b b. Züheyr en nihayeti gelip İslâm’la şereflenmişse, bugün en ötede gördüklerini de yarın yakınlarda görme ümidini içlerinde hissederler. Hatta bu ümitleri dolayısıyla, zaman zaman safdilâne bir tutum içine dahi girip, bir çiçekle bahar bekler derecede, bir seküler hümanistin bir güzel sözünden bir büyük hidayet müjdesi çıkarmaya girişirler.

Bu kadarı safdilâne de olsa, bütün bunlar temiz bir ruh ikliminin, kâfiri dahi iflah olmaz bir ‘öteki’ görmeyen bir sâfiyetin, küfre ebedî düşmanlığına karşılık kâfire yalnızca küfranî fikir ve hallerinden dolayı ‘muvakkaten’ ve ‘kısmî’ bir karşı duruş gibi bir adaletli tavrın habercisidir.

Ve, teraziye vurulduğunda, öfkesi rikkatini bastırmış az sayıda Haricî ruhu saymazsak, mü’minlerin kâhir ekseriyetinin durumu budur. Bütün zaaflarıyla, eksikleriyle, kusurlarıyla, kabalıklarıyla birlikte, mü’minleri kuşatan umumî ruh hali, ‘insan’dan ümidini kesmeyen ve kâfiri iflah olmaz bir ‘öteki’ye dönüştürmeyen böylesi bir ruh halidir.

Gelin görün ki, günümüzün dünyasında, ister edebiyat alanında olsun, ister siyaset alanında, ister ekonomi alanında, ister konu-komşu münasebetlerinde, adaletsiz bir mukayese mekanizması işler durur.

Eşinin mutluluğu için elinden ve yüreğinden geleni esirgemeyen bir şalvarlı dindar tanımaz ‘seküler’ âlemin müntesipleri; böyleleri azımsanmayacak sayıca olsa bile, onlar için şalvarlı dindar kabalığın, yontulmamışlığın, hoyratlığın ve kadın düşmanlığının sembolüdür.

‘Dindar’ camiaya mensup bir siyasetçinin seküler medyanın gözdesi olması için ise, iki uçtan birini tercih etmesi gerekir: ya ‘kötü dindar’ imajını beslemeye yarayacak özellikler sergilemeli yahut seküler hümanizmin şakşakçılığına tenezzül edip en aşikâr günahlar için dahi “Everything goes” ibahîliğine yeltenmelidir.

Hayatın hangi alanına ilişkin olursa olsun, seküler kesimin, özellikle de medya mümessillerinin dindar olan karşısında takındığı tutum, tam olarak budur. Seküler kesimin iyi örneklerine karşılık dindar kesimin kötü örnekleri karşılaştırılmakta; bu arada iyi örneklerin ardında dahi muhakkak bir kötülük aranmaktadır.

Oysa bunun, din ve dindarlar için bir yararı olmadığı gibi, seküler kesim için de bir yararı yoktur.

İyimserliği elden bırakmayıp, ortada rekabetin meselâ bir ‘iyilik’ yarışı olduğunu düşünürsek, bunun bir yararı olmadığı apaçıktır. Türkiye liginin ‘yenilgisiz’ lider takımının kendi sahasında Milan’a 4-0 yenilgisine karşılık, teknik direktörün Türkiye ligindeki takımlar daha güçlü olsalar idi böyle bir sonuçla karşılaşmalarının daha zor olacağı şeklindeki açıklamalarını hatırlayın. ‘Dindarlar üçüncü ligi’yle maç yapmak, ‘sekülerler birinci ligi’nin kalitesini arttırmaz.

İslâm ile seküler hümanizmi karşılaştırmak istiyorsanız, bizim örneğimiz olarak Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamı alıp karşısına sizin ‘usve-i hasene’nizi çıkarın ve ikisini karşılaştırırken, bizi de Hz. Peygamber’in hayatıyla yargılayın. Çünkü, biz kendimizi onun hayatıyla tanımlamaya çalışıyor; ve onun gibi olamadığımız nice anların ve hallerin ızdırabını yüreğimizde taşıyoruz.

Yahut, meselâ son yüzyılın içinden mi bir mukayese yapacaksınız, ‘fırsatçı ve asık suratlı tüccar hacı’ portrelerini veya ‘çember sakallı üç kağıtçı şeyh’ tasarımlarını bir kenara bırakın; açık yüreklilikle, meselâ bu ülkede son yüzyılın size göre sembol kişisini terazinin bir kefesine, onun ve takipçilerinin sürgünden sürgüne yolladığı Risale-i Nur müellifini de terazinin öteki kefesine koyun. Yahut ikisinin de ‘başyapıt’ı sayılan eserleri terazinin iki kefesine koyun. Yahut bir tarafa birincisinin “Ben öyle adamı tepeler veya öldürürüm” sözünü, öteki kefesine ikincinin bir bilinmeze doğru sürgüne götürülürken elinde tüfek keklik avlamaya çalışan yanındaki jandarma erine yuvasında onu bekleyenleri hatırlatıp alıkoyuşunu yahut Eskişehir hapishanesinin penceresinden liseli gençlerin elli sene sonraki halini düşünüp ağlayışını veya Afyon’da kendisi için edilmedik iftira bırakmayan savcıya hapishane penceresinden gördüğü küçük kızının hatırına beddua etmeyişini koyun.

Örnekleri böylece uzatmak mümkün...

Bir mukayese, eğer gerekiyorsa, eşitler arasında ve adil olma durumundadır.

Böyle olmadığı takdirde, birileri yalnızca bir parça zaman kazanır, ama sonuç değişmez.

Bir Hudeybiye gelir, o vakte dek arkasından konuşulan, kendileriyle yüzyüze temas engellenen insanları birebir tanıma imkânı çıkar ve ‘öteki’ler dönüp bu tarafa gelir.

Kaldı ki, Hudeybiye’ye mü’minlerden çok ‘öteki’lerin ihtiyacı vardır.

Çünkü bir ‘çatışma’ psikolojisi muvazenelerini bozmakta, o çatışma psikolojisi baki kaldığı müddetçe terazileri adil tartmamakta; ve Allah vergisi o güzelim donanımlarıyla kendilerine yazık olmaktadır...

  29.11.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut