İLK PSİKANALİSTLERE GÖRE, baba bir kötülük imgesiydi. Ana ve çocuğun mutlu beraberliğinin üzerine düşen kâdir-i mutlak gölge. Çocuğun diş bileyerek onun otoritesine teslim olmaktan başka çaresi yoktu. Baba, onlara kalırsa, çocuğun gözünde bir yabancıydı; anneyle olan yakınlığa halel getiren bir düşman kişi. Çocuk onunla ya savaşmak ya da ona boyun eğmek zorundadır, bu bakımdan baba çocukta korku ya da saldırganlık u-yandıran bir figürdür. Bu hurafelerin aşılması zaman aldı; ve araştırmalar babanın rolünün çok daha olumlu olduğunu gösterdi.
Babanın çocuk için önemi, ona dış dünyanın kapılarını aralayan bir sevgi öznesi olmasında yatmaktadır. Çocuk bir yandan rahat etmek, bir yandan da büyüyüp dış dünyaya adım atmak ister. Gelişme ihtiyacı ayrılığın acısıyla atbaşı gider. Anne rahatlık ve emniyet için geri dönülebilecek bir üstür ve bu yönüyle de ebedî bağımlılığın, çocuksu kalışın ve bireyselliğin kaybının bir temsilcisidir. Öte yandan, sevgi dolu bir baba, tehdit edici bir hayal kırıklığına uğratan bir varlık değil, çocuğun keşfetmeyi arzuladığı gerçekliğe bir rehber işlevi üstlenmektedir. Baba anne dışındaki yeni ve heyecan verici dünya demektir. Eğer baba, çocuk anneden uzaklaşırken müşfik ve destekleyici davranırsa, dünya çocuğa daha emniyetli bir yer olarak gözükecektir. Bu anlamda baba, çocuğun bağımsızlık ve ayrılığı sınadığı istikrarlı bir yerdir. O gerçeklik kavramının ta kendisini temsil eder; bir dış güç olarak yaşanan gerçekliği...
Cinsel kimlik rollerinin birbirine karıştığı bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlık neredeyse tek-cins (unisex) olmaya doğru gidiyor. D. H. Lawrence’ın yetmiş yıl önce öngördüğü yeni bir durumdur sözkonusu olan: ‘horozsu kadınlar, tavuksu erkekler.’ Şöyle yazar bilge romancı:
“Günümüzde bütün horozlar gıdaklamaya, yumurtlamaya özeniyor, tavuklar da öterek güneşi yatağından kaldırmaya yelteniyor. Günümüzün kadınları horozsu ise, erkekleri de tavuksudur. Erkekler korkak, ürkek, çoğunlukla yumuşak, boyun eğici, tavuksu ürkekliklerinde rahattırlar. İstedikleri tek şey, kendileriyle tatlı dille konuşulmasıdır.” |
Doğrusu, yazar horozsu kadınlarla ilgili eleştirilerinde çok daha acımasız. Konumuz bu olmadığı için onları geçiyor ve meraklıları, yazarın Anka Kuşu adlı kitabını okumaya davet ediyorum. Buradan, ‘yeni dünya düzeni’ne dümen kırabilir ve babalık davasının modern zamanlarda uğradığı yenilgiye kuşbakışı bakabiliriz.
Kapitalizmin geliştirdiği yeni politik ideoloji, refah liberalizmi, insanları ahlâkî sorumluluktan âdeta boşamakta ve onlara toplumsal koşulların bir kurbanı gibi davranmaktadır. Bu da yeni toplumsal kontrol modelleri anlamına gelmektedir: Artık sapkın kişi bir hastadır, cezalandırmanın yerini de tıbbî rehabilitasyon almıştır. Geçmişin kızılcık sopasıyla tedavi edilen hiperaktif çocuğu bugün uyarıcı ilaçlarla tedavi edilmektedir. Bireyciliği kutsayan bir tedavi jargonu kendisine duyduğu aşırı düşkünlüğü dahi ‘otantisite,’ ‘farkındalık’ gibi adlar altında meşrulaştırabilmektedir. Yeni dünyada artık profesyonellerin iktidarı sözkonusudur ve hükmeden sınıf yönetici, bürokrat, teknisyen ve uzmanların sınıfıdır.
“Bütün bunların babalık davasıyla ne ilgisi var?” diye soruyorsanız, lütfen okumaya devam ediniz.
Profesyonellerin iktidarı, Christopher Lasch’ın deyimiyle, ‘babasız pederşâhîlik’ durumunu getirmiştir beraberinde; baba ortada olmasa da, pederşâhî gelenek devam etmektedir. Okullar çocuğun eğitimini ailenin elinden aldı, tıp mesleği de sağlıkla ilgili sorunları yüklendi ve baba aile fotoğrafında giderek silikleşti. Ailenin üzerinde pek az kontrol yetkisine sahip olduğu profesyonel hizmetlere bağımlı hale gelmesi, bir yandan, ana babalığın değersizleştirilmesi, anonimleştirilmesi anlamına gelir. Şirketlerin ve onlara hizmet eden bürokratik devletin ortaya çıkışıyla yetkileri törpülenen anne ve baba, beceriksiz, yetersiz ve kendine güveni olmayan kimseler halini almışlardır. Geleneksel toplumlarda babaya düşen görevler çoktan ilgili kurumlara devredilmiş, ev içi eğlence ve eğitim de televizyonun tekeline bırakılmıştır.
Yeni pederşâhîlik, iddia edilenin aksine, kişisel bağımlılığın yerine bürokratik mantığı koymuş, dolayısıyla da insanları bir zahmetten kurtarmış değildir; sadece bağımlılığın mahiyeti değişmiştir. Birey örgüte, yurttaş devlete, işçi idareciye, ebeveyn ‘yardım meslekleri’ne bağımlı hale gelmiştir. Vatandaşı müşteriye dönüştüren reklam endüstrisi de boş durmamış, insanları dükkândan alınan mamullerin evde yapılanlara göre daha iyi olduğuna ikna etmiş ve böylece pazen donlar, çizgili Sümerbank pijamalar tarihe karışmıştır.
Geçmişin babaları herhalde tavuksu değillerdi, otoritelerinden taviz vermezlerdi. İnsanlar cinsel kimliklerine işaret eden sembolleri kıskançlıkla korurlardı. Ömer Seyfettin bir öyküsünde bıyığını kestikten sonra insan içine çıkmaktaki utancını anlatır. Babalar önceleri yalnız kendi otoritelerinden değil, geçmişin ve geleneğin otoritesinden de asla taviz vermezlerdi. Ailelerin efsaneleşen birer hikâyeleri olurdu ve her çocuk bu hikâyeyle, onu içselleştirerek büyürdü. Büyük ve geniş aile, çocukların nesil sürekliliğini alabildiğine tattıkları bir yerdi.
Eğer hayranlık duyduğumuz, o herkese gücü yeten adam tarihe karışırsa, biz oğullar ne yapacağız? Dış dünyayı kimin yardımıyla tanıyacak, anamızın kucağından gerçekliğin yakıcılığına nasıl adım atacağız?
Babalık, bütün oğulların kollektif davasıdır.