“Kalbin direnişi”

YILLAR ÖNCE, bir derginin yayın öncesi yorgunluklarını beraberce yaşadığımız bir sevgili dostumla birlikte, o yorgunluğun arasında, “Dünyaya yeniden gelsek, ne işi yapardık?” muhabbetiyle soluk almaya çalışmıştık. İkimizin de cevabı aynıydı; yorgunluğuna, meşakkatine rağmen, aynı işi tercih ederdik.

Yayıncılık, başka birçok iş gibi, yorucu, meşakkatli bir iştir; zira bir kitabın dosya olarak yayınevi gelişinden kitap olarak elinize gelişine kadar kırkın üzerinde aşamadan geçmesi gerekir. Dergide ise, bu rakam elliye yaklaşır.

Bununla birlikte, yayıncılık, özellikle de editörlük, yeryüzünün en güzel mesleklerinden biridir. Zira, bir kitabın, tabir yerindeyse, ‘doğuşuna’ şahitlik edersiniz. Bir bebeğin büyüyüp serpilmesine, bir fidanın gelişip meyveye durmasına, saksıya dikilmiş bir budağın kök salıp çiçek vermesine şahitlik etmenin verdiği huzurun ve hazzın bir benzerini verir bu. Öte yandan, nice gözün okuyup nice aklın üzerinde düşüneceği ve nice kalbin hissettirdikleri ile duygulanacağı bir kitabı ilk elde, daha en başta okumuş olmanın da lezzeti vardır bunda. Biraz zahmetlidir; arada bir sürü teknik uğraş vermeniz gerekir, bunların da bir kısmı rutin ve sıkıcıdır; ama yine de, bir kitabı yayınlanmadan önce okumanın, yazar ile okuyucu arasında bir ‘hakem’ veya bir ‘köprü’ gibi durarak okumanın, bir yanda yazarın fikir ve duygu hamulesini okuyucuya aktarmasında yardımcı olarak, öte yanda okuyucunun olabilen en kolay ve rahat surette yazarın dünyasına ulaşması için çabalayarak okumanın bambaşka bir lezzeti vardır.

Bu lezzeti, editör olarak emek sarfettiğim her kitapta yaşadım. Ama bazılarında, daha da fazla yaşadım. Hayatıma baktığımda, ‘editör’ olarak yayına hazırlık aşamasında okuduğum her kitabın beni yetiştirdiğini, geliştirdiğini; kiminin üslup, kiminin fikir, kiminin duygu olarak beni zenginleştirdiğini gördüm. Her üçü açısından geliştirip zenginleştirenler de oldu ki, nurun alâ nur bir durumdu bu.

Karakalem Yayınları arasında yakın zaman önce yayınladığımız Kalbin Direnişi, benim için, işte bu ‘üçü birarada’lığın mümessili kitaplardan birini teşkil ediyor. Sevgili Kemal Sayar’ın, şairliğinin de hissesi olduğunu düşündüğüm, sıcak ve rahat bir üslubu var. Kolay okunuyor, bazan masalsı bir tarzda sizi alıp yazacağı konunun iklimine götürüyor; ama bunu asla sözü ‘ayağa düşürmeden’ başarıyor. Diğer taraftan, duygu yüklü bir kalbe eşlik eden düşünen bir aklın ve sürekli öğrenen, bilgiye aç bir dimağın sesini duyuyor; her kitabında yeni bilgilere ulaşıyor ve yeni yorumlara, yeni düşünce çağrışımlarına kapı aralıyorsunuz. Seyrettiğiniz şeylerin, gördüğünüz olayların ‘bildiğiniz gibi’ olmadığını, ‘aklına mukayyed olmakta yarar olduğu’nu, özellikle modernite karşısında ‘eleştirel duruş’un yerinde olduğunu açıkça gösteriyor Kemal Sayar’ın yazdıkları.

Bu özelliğe, Kemal’in her kitabında rastlamak mümkün; ama özellikle Kalbin Direnişi’nde, bunun daha belirgin hale geldiğini hissediyorum. Kalbin Direnişi’nin, Kemal Sayar’ın son kitabı olduğunu düşünürsek, bu onun yazı ve düşünce hayatında bir ‘ilerleme’ye de işaret ediyor kanaatindeyim.

Bu kitapta beni, belki kendi geçmişimin de etkisiyle, özellikle cezbeden yazıların başında ise, “Küskünler ve Kaplanlar” başlıklı yazı geliyor. “Küskünlüğün soylu bir tarzı vardır. Öfke sessiz ve kımıltısız orada durur ve şövalyesini güç ilişkilerinden, ahlâkî düşüşlerden, ruhu çürüten ne varsa ondan korur. Ruhun en ücra hücrelerine kadar kök salan o öfkenin diplerinde, mutlaka bir 'haksızlığa uğramışlık' hissi bulursunuz. Küskün adam ona saldıran dünyaya karşı zırhına bürünür ve onun tarafından nüfuz edilmeyi reddeder. ‘Sunduğunuz iktidar ilişkileri, rütbe ve makamlar gönlümü okşamıyor’ der gibidir.” diyor sevgili Kemal Sayar. “Onların hayat bilgisi toplumun baskın değerleriyle uyuşmaz. Herkes kadar, 'küskün adam'ın da bir yaşama hüneri vardır; ama bu hüner, yolların çatallandığı yerlerde onu çoğunluktan ayrı düşürür.” Bu anlamda “küsmek, boyun eğmeyi reddetmektir. ‘Gücüm sana yetmiyor; seninle dövüşemem, ama sana tâbi olmayı reddediyorum’ diyebilmektir.” Onlar ki, “Ruhlarını rehin bırakmadıkları için de, dik durmayı başarabilirler. ‘Kâşâne, sırma, köşk onların olsun/ Bir köhne kitab, bir sarı kandil neme yetmez?’ diyen şaireyi izleyen nadir kuşlardır onlar. Terkedişin deli gömleğini giymiş ve dünyanın aşırılıklarından arınmışlardır. (...) Biz bu hayat hikâyelerini gazetelerde 'bir başarı öyküsü' olarak okumayız. Afrikalıların söylediği gibi, ‘Kaplanların kendi tarihçileri oluncaya dek, bütün av hikâyeleri avcıları övecektir.’ Oysa tarih inandığı değerleri dünya nimetlerine değişmeyen cesur ve kimileyin küskün adamların dokunuşlarıyla yazılır. (...) Küsen adamlar kuvvetlidir ve onlardan korkulur. Onları 'tutunamayanlar' olarak görmek yanlış olur. Onlar kendi hikâyelerine, değerlerine, doğru bildiklerine tutunabilmiş, hayatın karşısında bir tavır geliştirebilmiş insanlardır. Mağaradaki gölge oyunlarına râm olmamış ve 'terkedişin soylu dağı'na sığınmışlardır.”

“Bazen onlarla karşılaşıyorum” diye bitiriyor Kemal Sayar Kalbin Direnişi’nde hepsi birbirinden dikkat çekici yazılar arasında benim özellikle dikkatimi çeken bu yazısını. “Soylu duruşları, o tunçtan öfkeyi hâreleyen nezaketleri gözlerimi kamaştırıyor. Terkederek dünyaya cevap veren adamlar. Küskünler. Lüzumundan fazla konuşmayan ve harcamayanlar. Tenezzül etmeyenler. Modern zamanların kavline göre, kaybedenler. Kaplanlar tarih yazımına başladığında, kazananlar...”

Kalbin Direnişi, zamana uymaya ve akıntıya sürüklenmeye değil, ‘kalbin direnişi’ne tutunmaya çağıran böylesi yazılarla çıkıyor karşımıza. Ben okudum, çok şey kazandım. Eminim, size de kazandıracaktır...

  22.11.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut