Görüntünün iktidarı - II

‘FARKETTİNİZ Mİ? Gökyüzü hiç bu kadar mavi olmamıştı.’

‘Hayır! Ben fark etmedim. Şöyle bir etrafıma bakınıyorum da değişen pek bir şey yok. Yani daha önce nasıl ise şimdi de öyle.’ Öyle ise, neden İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, yukarıdaki sözleri kocaman reklam panolarına ve bilboardlara yazdırmıştı? Yanlış anlamayın, bu günlerde, hava şartlarından dolayı, gökyüzünü mavi göremediğimden dolayı, garipsemiyorum reklamı.Gariplik, reklam panosunun gerçeklerle uyuşmamasında.

Acaba bende bir gariplik mi var? Diyerek, reklam panolarına tekrar baktım, bir de kendime baktım, çevreme baktım, yine panoyu anlayamadım. Çevremdekilerden bazılarına sordum. Onlar da bir şeyler fark etmediklerini söylediler. ‘Acaba alnımda bir şeyler mi yazıyor?’ diye aynaya baktım.

Hayır! Alnımda bir şeylerin yazılı olmadığını gördüm. Reklamı, bazı arkadaşlara sorum, onlar da anlayamadıklarını söylediler. Onların da alnında bir şeyler yazmıyordu. Anladım ki, bu tür reklam panoları benim gibi, bu arkadaşlara da hitap etmiyordu.

Ama bir kısım insanların alnına dikkatle baktığımda, sanki bazı harfleri hayal meyal gördüm: ‘Eee…n…a…’, ama kelimenin sonunu getiremedim.

Sonra anladım ki, reklam panolarını yapanlar, bu tür insanlara hitap ediyordu. Yani, aklı gözünden ibaret olan, gördüklerini duyduklarına tercih eden, görüntünün etkisinde kalan ve görüntünün iktidarını her türlü iktidardan üstün tutan bir gruh vardı. Bu insan toplulukları, hemen her yerde bulunur ve kendilerini, bu tür aynalarda seyrediyorlardı. Aynalarda, bu gruhun bütün özelliklerini bulabilirdiniz. Ve aynaların(TV) bir çoğu, böyle insanları yansıtıyordu.

Sonra da Bakara suresinin 7. ayetini düşündüm. Kalpleri mühürlenenlerden bahseden ayetin ilk bölümü, önce kalbin, sonra sem’in(işitme duyusu), sonra da basarın(görme duyusu:basiret) mühürlenmesinden söz ediyordu. Sonra ayetin ikinci cümlesindeki ‘Ğişave’ kelimesini düşündüm.

Nifaktan dolayı, kalpleri mühürlenmesi önce kalpte başlıyordu, sonra kulağa sıçrıyordu, sonra da göze sıçrıyordu. Başka bir deyişle, Fesat önce kalpte başlıyor, bu yüzden kalbi fesada uğrayanın kalbi mühürleniyordu ki, diğer insanlar da bundan çok fazla zarar görmesinler. Sonra da kulağı(işitme duygusu) mühürleniyordu ki, diğer insanların daha fazla zarar görmemesi için, kulağı, her şeyi fazla işitmesin. Kalbine yakın olmasına rağmen, kalbi mühürlenmiş birinin kulağı, hakikatin kalbe girmesine mani oluyordu, hakikate karşı adeta sağır oluyordu. Sonra da gözü(basiret) mühürleniyordu ki, gözü, kalbindeki fesadı daha fazla insana sirayet etmesin. Ve basireti de bağlansın. Ta ki, basireti ile, batılı hakk ve hakkı da batıl gösterecek bir anlayışı başkalara da bulaştırmasın.

‘Ğişave’ kelimesinden de şöyle bir mana çıktı ki, ‘Ğişave’, göze çekilen bir perde gibi olmuştur. Göze çekilen bir perde, insanın hakkı görmesine engel bir perdedir. Aslında basiret, hakkı görmeye meyyal bir halde yaratılmasına rağmen, kalbi fesada uğrayan birinin gözü, bozulmamış bir kalbin gördüklerini görmez ve sanki gözü perdelenmiş olur.

Nifakın, fesadın ve bozgunculuğun yaptığı da budur: Göze perde çekerek, algı yanılması oluşturarak gözün, hakikati görmesine engel olmak. Gözün, hakikati görmesine engel olmanın birinci yolu, doğruyu gizlemektir. Yani, yalanın bir diğer şekli olan, doğruyu göstermemektir, gözü başka taraflara kaydırmaktır. Böylece göz kayınca, dikkat de dağılacak ve göz, asıl görmek istediğini değil, kendisine gösterileni görecektir.

Bir sihirbazlıktan, yani reklamlarda kullanılan bir tür sihirbazlıktan söz ediyorum. Daha açık bir ifade ile, reklamın bir tür sihirbazlık olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Evet, reklamlarla insan, görmek istediğini değil, kendisine gösterileni görmektedir.

Reklamın, gerçeği gizlemek olduğunu yedeğimize alalım. Nifakın(münafıklığın) da en özet biçimde iki yüzlük olduğunu da yedeğimize alalım.

Gerçeği gizleyen reklamda iki unsur vardır. Birincisi, ürünün gerçek yüzü; ikicisi, ürünün gösterilen yüzü. Demek ki reklam, bir ürünün birbirinden farklı iki yüzünün olduğunu bizlere göstermektedir. Öyle ise, reklamla, gözlerimize bir tür perde(Ğişave) çekilmektedir. Yanlış anlaşılmasın, reklamcılığın münafıklık olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Gerçeği saklayan bir reklam anlayışının, içinde bir tür iki yüzlülük olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.

Reklamın kurgusunu yapan, adeta ‘okus pokus’ yaparak, gözü yanıltmakta ve gözü, kötülüğü isteyen nefsin emrine vererek, nefsin hoşuna giden şeyleri göze sunmaktadır. Hazır hazzı gelecekteki hazlara tercih eden böyle birinin gözü de algıda seçici davranarak, hazz alacağı şeyleri izler.

Hele reklamların bir çoğunda kadın faktörü yer alınca, bu hazzın etkileyici gücünü varın siz tahayyül edin. Kadınlarla ilgili bir ürünün reklamında kullanılan kadın unsurunu, diyelim ki ürünün kadınlara bir tanıtımı olarak kabul edelim. Peki kadınla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan ürünlerin reklamında kadının, hem de bedeni ve teni kullanılan kadının ne işi var? Bu reklamın kurgusunu yapan, açıkça gözümüze perde(Ğişave) çekmiyor mu?

Soruyu bir de içinde kadın bulunan bir reklamdan etkilenenler(mesela kendimizi) açısından ele alalım. Bir araba reklamında, görüntüsü bizi etkileyen bir kadın kullanılıyorsa ve biz de bundan etkileniyorsak, böyle bir reklamı izleyerek, gözümüze bir perde(Ğişave) de biz çekmiyor muyuz?

Görülüyor ki, reklamcıların bir çoğu, zaaflarımızdan istifade ederek işlerini yürütmektedir. Ne kadar kendi kendimize muktedir olduğumuzu iddia etsek de, reklamlar, irademizi elimizden almakta ve nefsimizi irademize hakim hale getirmektedir. Zaaflarımızı kullananlar, görüntüleriyle, ruhumuzda ve irademizde taht kurmaktadır. Görüntünün iktidarını, iliklerimize kadar hissediyoruz.

Görüntünün iktidarı her yerde. Sokaklarda, caddelerde, iş yerlerimizde hatta evlerimizde. En çok muktedir olduğumuzu zannettiğimiz evimizde bile, TV görüntülerinin iktidarına ‘çanak’ tutmaktayız.

Her türlü medya ortamı, reklamla ayakta durmakta. Ve dördüncü kuvvet medya, bizim heva ve hevesimizin desteğiyle iktidarda bulunmaktadır.

Reklamın o denli saldırısına uğramaktayız ki, zaman zaman etrafımızı çok kuşatılmış hissetmekteyim. Bazı binaların asansörüne binip bir arkadaş ziyaretine gidene kadar bile, reklamcılar bizi rahat bırakmıyor ve bir sürü reklam dinleyerek, kata çıkıyoruz. Biraz abartılı gelecek ama, bir WC’de bile reklam görmüştüm ve ‘pes!’ demiştim. Oradaki azıcık zamanı bile değerlendirecek kadar, bizi istismar eden mahluklar var olduğunu görmüştüm.

Görüntünün iktidarında, görüntünün aldatıcılığından kurtulmanın yolu, reklamlardan korunmaktır. Reklamlardan korunmanın en iyi yolu da kalbimizi emniyet altına almaktır ve dünyevi ve süfli şeylerle kalbimizi meşgul etmemektir. Kalbimizi meşgul etmemenin en güzel yolu, antenlerimizi(kulaklarımızı), hakikate çevirmek ve gelen her sesin kalbe inmesine müsaade etmemektir. Başka bir deyişle, kulaklarımızı reklamlara ve süslü sözlere tıkamaktır. Kulaklarımızı korumak için ise, gözlerimizi Sahibimizin izni dairesinde kullanmak ve gözün gördüğü her görüntüyü kalbe göndermemektir.

Gözler, kalbin aynasıdır. Bu ayna, kalplerde olanı dışarıya taşımalı ve muhabbetle bütün kainatı kucaklamalı; dışarıdaki boş görüntüleri içeriye, kalbe taşımamalı.

Reklamlar gözlerimize çekilen perdelerdir. Ve gözlerimizi korumanın yolu da ve kendi kendimize perde çekmemek ve bu perdeleri aralamaktır. Haftaya bu perdeyi aralamaya devam edeceğim inşallah.

  21.11.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut