“Rabbena Atina…”

GÖZLERİM KABE’DEYDİ. Dua ederken zamanla yarışıyor gibiydim. Ne de olsa çok az vakit kalmıştı. Elimden geldiğince değerlendirmek istiyordum. Bu tavaf veda tavafı değildi ama veda tavafına da sayılı günler kalmıştı.

Bir aydır buralardaydık. Yaptıklarımızı şöyle bir saysam epey zaman alacak olmasına rağmen çok az şey yapmışız gibi hissediyordum. Daha doğrusu eksik olan bir şeyler varmış da, ağacın meyvesi gibi küçük ama önemli bir şey varmış da onu yakalayamamış gibi hissediyordum kendimi.

Medine’de salavatlar okumuştuk. Başta Mescid-i Nebevi olmak üzere bir sürü mescidi ziyaret etmek nasip olmuştu. O mescitlerin mazisini, sahabelerin anılarını dinlemiş; içlerinde yaşananların manasını düşünmüştük. Mekke’ye varırken Habibullah’ın bu şehirde çektiği eziyeti, Sevr dağına bakarken Ebu Bekir’in endişesini hissetmeye çalışmıştık. Hira’ya bakarken “İkra bismi rabbikellezi halak” demiştik. Mescid-i Haram’da defalarca namaz kılmıştık. Kabe’ye bakmaya doymamıştık ama alışmıştık. Ve alıştığımız için belki daha da çok özleyecektik. Hayatımızda nadiren yapabileceğimiz ibadetler de etmiştik; Hacc’ımızı elhamdülillah çok rahat ve kolay geçirmiştik. Şeytanı da taşlamıştık izdiham yaşamadan.

Ama anlayamadığım bir boşluk ve eksiklik hissediyordum. Daha ne olması gerekir ki diye mantık yürüttüğümde eksik bir şey bulamıyordum ama Kuran okuduktan “sadakallahul azim” der gibi; veya sofradan kalkarken dua etmek gibi bir şey arıyordum. Ayrılmadan önce görülecek bir incelik, veya edilcek bir dua, veya başka bir şey. Ayrılmaya günler kala herkesi garip bir hüzün kaplarmış ya, beni hüzün değil de garip bir panik kaplamıştı.

Tavaftaydım. Bir yandan bunları düşünürken, bir yandan yürüyordum. Zamanı kaçırmak istemiyordum. Zamanı kovalar gibi hızlı hızlı dua ediyordum. Gözlerim de Kabe’deydi. Bir müddet daha düşünüp, zihnimde her şeyi kontrol ettim. Eksik bir şey yoktu galiba. Bu hissim Kabe’nin bir cilvesiydi belki.

Peygamber Efendimiz’in (ASM) Rükn-ü Yemani köşesine geldiğinde söylediği “Rabbena atina” duasını söyledim herkesle birlikte. Hacerül Esved hizasına gelip, elimi kaldırıp “Bismillahi Allahu Ekber” deyip yeniden başladım. Yeniden başlamak ne güzeldi.

Ara sıra göğe bakıyordum. Tam Kabe’nin hizasında dolunay vardı. Gökten bize bakan bir melaike gözüne benzettim dolunayı.

Bir yandan da dua ediyordum. Hepsini kaç defa tekrar etmiştim duaların. Bir yandan da zamanın geçtiğini düşünüyordum. Sanki kafamın içinde hayalî “tik tak”lar vardı. Zamanın geçtiğini kafama her tik tak’ta bir daha vuruyorlardı.

Ruhumun kanmamışlığını, hissettiği eksikliği neye bağlamam gerektiğini bilmiyordum. Aradığımın ne olduğunu bilmiyordum. Ama aradığımı bulana kadar zamanın geçmesine dayanamıyordum. Aradığımı bulduktan sonra zamanın geçmesini, o zamanı da bulduğumu yaparak değerlendirmeyi istiyordum.

Ben zamanın geçmesini istemiyordum ama hızla tavaf eden insanların hareketleri, ve hepsinin birbirine karışıp kulağıma gelen dua sesleri; bir devamlılığın olduğunu, ve zamanın asla durmayacağını söylüyordu. Zaman durmazdı. Öyleyse bir yandan dua etmeliydim. Duamın manasını düşünemesem bile, düşünürken ezberimdeki duaları etmeliydim.

Dualarımı düşündüm. Dualarıma mı bir şey gerekliydi acaba? Dostlarıma akrabalarıma, alem-i İslam’a çok dua etmiştim. İmanımız için, amelimiz için, ihlasımız için bir sürü dualar türetmiştim. Dua kitaplarına da bakmıştım. Gelirken geride bıraktığımız insanların emanet ettiği duaları da unutmamıştım.

Gerçi kafamı karıştıran şeyler de vardı dualarımla ilgili. Allah’tan çok özel şeyler istemek için değişik dualar ederken, neticesinin hayr mı şer mi olduğunu kestiremeyeceğim durumlar mı istemiştim acaba? Yok şöyle olursa, şu da şöyle olabilir diye düşününce, ettiğim duanın sonunda dallanıp budaklanıp hiç beklemediğim neticeler de çıkabilirdi. Allah Allah dedim, dua etmek de mi zorlaşacaktı böyle?

Duamın başka özellikleri olmasını da istiyordum. Duamın hem çok özel olmasını istiyordum. Bu yüzden ince ince dualar geliştiriyordum. Bu sefer de duamın bir külliyete dahil olmamasını yadırgıyordum. Duamın hem çok özel olmasını hem de her şeyi kapsamasını istiyordum galiba.

Bunları düşünürken diğer insanların duaları geliyordu kulağıma. Acaba onların ettiği farklı dualar, benim bu talebime muvafık dualar olabilir mi diye yanımızdan geçen herkesin duasına kulak kabartıyordum. Kimisi grup halinde, kimisi tek başına bağıra bağıra dua ediyordu. Özellikle grupların sesi gür çıktığı için onlara yöneldim. Kimisiyle birlikte tekrarlıyor, kimisini sadece dinliyor ve ardından amin diyordum.

Yine Rükn-ü Yemanî köşesine geldik. Artık kurulmuş bir saat gibi otomatik olarak söylediğim “Rabbena atina fiddünya haseneten ve fil ahireti haseneten ve kına azabennar” duasını herkesle birlikte bir daha söyledim. “Allahım bize dünya ve ahirette hasene ver ve bizi azap ateşinden koru”. Bir an Kuran’da bu duanın geçtiği ayetten önceki ayette, insanların bazılarının sadece dünya iyiliklerini istediğinden ve onların ahiretten hiçbir nasibi olmadığından bahsedildiğini hatırladım.

Sonra bu dua üzerine düşünmeye başladım. Hasene iyilik ve güzellik demekti. Her kalbi hoşnut edecek, belki yükünü hafifletecek iyiliklere hasene diyebileceğimiz gibi; cisim gözümüzle birlikte ruh gözümüzle de hayal ettiğimiz güzelliklere de hasene diyebilirdik. Rıza-yı Bari’ye isal eden salih ameller hiç şüphesiz hasene manasına dahil olduğu gibi, sonunda amale muvaffak olamadığımız halde, ihlaslı niyetlerle yaptığımız başlangıçlar da haseneye dahildi.

Her müminin kalp ve ruhunun tarif ettiği ve istediği hasene farklı olabilirdi. Belki zaaf ve ihtiyacı olan sahalarda gördüğü maddi manevi bir takviye veya ihtiyacının karşılanması da hasene olabilirdi. Kimisi için sahip olamadığı bir şeye sahip olmak. Kimisi için sahip olduğu bir şeyleri bırakmak. Bazıları içinse bir şeyleri veya bir yerleri terk etmek. Daha türlü türlü tanımlar yapabilirdik. Herkesin hasenesi çok farklıydı. İnsanlar adedince böyle farklı haseneler olduğunu hayal edince, bu duanın ne kadar da herkese özel bir dua olduğunu düşündüm.

Dünyada ve ahirette hasene istiyorduk. Ayetin öncesinde Rabbimiz bizi uyarıyordu ki, sadece dünyada değil ahirette de hasene isteyelim. Ahiretin ve dünyanın bizim bilmediğimiz ve aklımıza getiremediğimiz nice haseneleri, güzellikleri de, bu duadaki hasene kelimelerinden hariç olmadığından duanın manası çok genişliyordu. Dünyadan çok farklı ve âli olan ahiret alemini hayal bil edemeyen bizler, ahiretin hasenesini bu duada istiyorduk. Yani kendimize özel kastettiğimiz şeyleri isterken, çok şey de istiyorduk.

Bu dua manasının derinliğine rağmen herkesin kolayca anlayabileceği bir dille ifade edildiği için herkesin rahatça ettiği bir dua idi. Manasındaki müsbetlik nedeniyle de herkesin hem aklının, hem ruhunun hem de kalbinin dikkatini çeken ve kendine rağbet ettiren bir dua idi. Hem manası hem de sünnet olması nedeniyle herkesin okumayı ihtiyar ettiği bir dua idi. Herkesin dilinde olduğu için de ayrı bir şumule sahipti.

Bu duayı tekrar tekrar okudum. Hem duadaki hasene kelimesiyle her şeyi kast edebiliyor olmak bütün duaları içine alan bir vüsat hissetmeme sebep oldu. Hem de kendi alemimdeki haseneleri niyet ederken, başka hiç kimsenin bilmediği ve fark etmediği hususi bir dua etmiş oldum. Elhamdülillah.

Geri döndükten sonra, Kuran’ı açıp baktığımda bu duanın hac ibadetiyle ilgili bölümde zikredildiğini, tam da benim içinde bulunduğum zaman diliminde bu duaya emr edildiğimizi öğrendim. Allah’ım bu dua gibi verdiğin sayısız hasene şükürler olsun dedim.

“Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin ve O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz. / Sonra insanların (sel gibi) aktığı yerden siz de akın. Allah'tan mağfiret isteyin. Çünkü Allah affedici ve esirgeyicidir. / Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. / Onlardan bir kısmı da: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru! derler. / İşte onlar için, kazandıklarından büyük bir nasip vardır. (Şüphesiz) Allah'ın hesabı çok süratlidir. / Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah'ı anın. Kim iki gün içinde acele edip (Mina'dan Mekke'ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız” (Bakara 198-203)

  17.11.2005

© 2021 karakalem.net, Mevlude Meriç



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut