Acıyı çeken bilir

İNSANLARIN NE kadar da farklı acıları var. Hiç biri birbirine benzemiyor. Her musibet, her tatsız olay insanlara başka başka ızdıraplar tattırıyor. Hepsi birbirinden öyle farklı ki, hangisinin ne hissettirdiğini ancak yaşayan biliyor. Nasıl dişimiz ağrıdığında çektiğimiz elem ile başımız ağrıdığında çektiğimiz elem farklı ise; belimiz tutulduğunda öylece kalakalıp kımıldayamamanın ızdırabı ile midemiz bulandığında duyduğumuz tiksinti ne derece ayrı ise, veya kaslarımıza kramp girdiğinde çektiğimiz sancı ile bir yerimiz uyuştuğunda hissettiğimiz garip karıncalanma ne denli başka ise; insanların manevi acıları da öyle başka başka işte.

Fiziksel ağrıları çoğumuz biliyoruz da, hangi olayların ne gibi manevi acılar yaşattığını ancak yaşayan biliyor. Çok sevdiği eşini toprağa gömen yarım kalmış bir kalbin ne çektiğini, bir tek o kalp biliyor. Yediği içtiği ayrı gitmeyen dostundan ihanet görmüş bir kalbin yaşadığı amansız şaşkınlığı bir tek yaşayan biliyor. Hiç ummadığı bir tarzda hakarete uğrayan veya iftiraya maruz bırakılan bir kalbin, kendini yüksek bir yerden düşmüş de yere toslamış gibi acı hissetmesini de, bir tek yaşayan biliyor.

Bedenimizdeki uzuvların, vazifeleri sekteye uğrayınca çıkarttıkları cızırtılar ne denli farklı elemler olarak bize hissettiriliyorsa; manevi bedenimizin uzuvları olan çeşit çeşit alakadarlıklar, duygular, bağlantılar darbe aldığında da böyle başka başka acılar, ızdıraplarla iç içe geçiyoruz. Kelamla ifadeye gelmeyen, o kaybı yaşamayanın anlamayacağı değişik değişik binlerle hissiyatla tanış oluyoruz.

Tanış olmasına olunuyor da, tanışmakla bitmiyor. Acılar insana çok şey öğretebiliyor, bazen görebildiğimiz hayırlar da getirebiliyor ama ızdırap içinde bir insan o zamana kadar nasıl teselli olacak? Nasıl unutacak? Etrafındakiler onu anlamaya çalışsalar da yaşamadan ne kadar anlayabilirler ki?

Kendini teselli etmeye çalışanların iyi niyetlerini bilmesine rağmen “yerimde olsan, sandığından çok daha zor olduğunu görürdün, keşke söylediğin gibi çabuk unutulsa, biliyorum anlamaya çalışıyorsun ama anlayamazsın” dediğinde onu anlamak nasıl mümkün olacak?

Hepimizin böyle düşündüğü ve çare aradığı zamanlar olmuştur. Bu gibi zor durumlarla karşılaştığımda aklıma hep biri gelir. Bildik avuntuları duymak istemeyen, tesellisini yitirmiş, her bir atışında adeta tüm ruhuna acı pompalayan bir kalbin muhatabı olduğumda aklıma hep O gelir. Kendini hiç kimsenin anlamayacağını düşünen bir kalbe “onu çok iyi anlayabilecek, onun çektiği acıyı aynen yaşamış” birinin varlığından bahsederim. Kendisine empatiyle bakabilecek birinin varlığı her insanı meraklandırır. Onun kim olduğunu elbet bilmek ister.

O zat, ümmetinin çektiği meşru acıların hepsini tatmış olan Muhammed (ASM) dır. O herkesin yaşadığı başka başka ağrıların, sancıların, elemlerin, acıların, ızdırapların hepsini çekmiştir. Adeta bir bedenin birçok uzvunun hasta olup, hepsinin birden ağrıması gibi; aynı anda farklı farklı ızdırapların tarifini yapmıştır kalbinde ve ruhunda.

Onun acı ve ızdırap derfterinde, oğullarını bebekken toprağa gömmek de vardır; yetişip çoluk çocuk sahibi olan kızlarını yine aynı toprağa vermek de vardır. Evlat acısı dediğimiz ve bir tanesi bizim hayatımızı karartan acıyı, O (ASM) defalarca yaşamıştır. Çok sevdiği, sağlığında üzerine gül koklamadığı Hatice’sini de, ona en muhtaç olduğu zamanda toprağa veren O değil midir?

Dostun ettiği ihanetin acısını da iyi bilir o Zat (ASM). Amcasının oğlu olan Ebu Süfyan ibni Haris (meşhur Ebu Süfyan değil) nübüvvetinden evvel, çok sevdiği ve ülfet ettiği can ciğer dostu iken, bisetten sonra kendisine hicviyeler söyleyen ve en ziyade aşağılayan kişi olmamış mıdır?

Bir toplulukta yalancılıkla itham edilmenin, üstelik herkes sizin yalancı olduğunuzda hem fikir olduğunda yaşanan ızdırabın farkını da tanır o Zat (ASM).. Bu O’nun defalarca başına gelmemiş midir? Yalancı, kahin, sihirbaz dememişler midir ona? Ve daha neler neler?

“Ebu Talib’in yetimine mi peygamberlik gelmiş” diye kahkahalar atan kibirlileri hatırlayın. Yetim büyümenin ne demek olduğunu da iyi bilendir O. Yetimlikten dolayı insanların, sanki bir tarafınız eksikmiş gibi bakmalarını, ve kolayca ezilebilecek bir böcek gibi görmelerini de bilir. Yetimlikle öksüzlüğün farkını da bilir. Çünkü öksüz de kalır 6 yaşında.

Savaş sonunda nice dava dostunun cesedine dokunmanın, kanlarının kokusunu duymanın, yüzlerine son kez bakmanın hiçbir şeye benzemeyen tahammülünü de bilir. Onları teker teker toprağa verip, cenaze namazını kıldıracak metanetin ne olduğunu da.

Ya açlık? Düşmanın yola çıktığı haberiyle beraber yetişmesi gereken hendekleri ümmetiyle birlikte kazarken, açlıktan karnına taş bağlayan O değil midir? Bir yanda açlık, bir yanda bedenen kuvvet gerektiren bir iş; diğer yanda savaş planları ve hesapları..

Asrımız insanının pek haklı gerekçelerle olmasa da çok şikayet ettiği geçim sıkıntısını ve ailesine bakma endişesini hiç şüphesiz ki çok iyi bilir. Vefat ettiğinde zırhı bir Yahudi’nin elinde rehin olan O idi. Bugün kaçımızın kendisine muhtaç kalmayı müslümalık izzetimize yediremeyeceğimiz bir Yahudiye, koskoca peygamber, ıyalinin nafakası için ödünç aldığı arpaya karşılık zırhını rehin vermişti.

Ve yazmaya takat getiremeyeceğimiz daha nice nice acı hadiseler yaşamıştır O zat (ASM). *

İşte, ne zaman birini teselli edecek olsam ona Peygamber Efendimiz’den bahs ederim. Ümmetinin çektiği dertlerin hemen hemen hepsini çektiğinden, ümmetinin yaşadığı acıların hemen hemen hepsini yaşadığından. Yaşadığı elim hadiseleri anlattıktan sonra da, o kadar acıyı ubudiyete dönüştürebilmiş olmasından..

Yaşadığı olayların en ciğersuz olanı diyebileceğimiz Taif’te taşlandığında bile, Allah’ı tesbih etmişti. Allah’ı her zaman tesbih ederdi gerçi, belki daha önce de aynı cümlelerle Allah’ı tesbih etmişti. Ama o an o ızdırapla yaptığı tesbihin, münacatın, ubudiyetin anlamı ve neticesi farklıydı. Sadece o ana özeldi.

Teselli etmeye çalıştığım kişiye derim ki: “Ben seni asla anlayamam, bunu biliyorum. Ama madem Allah sana bu acıyı vermiş, madem çekeceksin; neden senin çektiğini çekmiş olan Zat’ın (ASM) yaptığını yapmayı denemiyorsun? Sen de onun gibi sadece bu ana özel olabilecek münacatlar, tesbihler yapıp, dualar edip, aranızda aynı derdi çekmeye ve aynı dermana sığınmaya dayanan bir ünsiyet, bir dert ortaklığı hali yakalamıyorsun? Neden?”




* 1- Hz. Muhammed (ASM) ümmetinin yaşadığı acıların hemen hemen hepsini yaşamış ancak onun yaşadıklarını meşru acılar diye nitelendirmek gerek. Kumar veya kredi kartı borcu yüzünden evine haciz gelen kişi, veya sevgilisinden ayrılan kişinin acıları meşru olmadığı gibi.

2- Ayrıca nefsül emirde helal olan ama Peygamber efendimizin yaşamadığı bir şey de var; boşanma. Allahu alem, müminlerin annesi olmuş bir hanımın bu sıfatı aldıktan sonra başkasıyla evlenemeyeceği ve aynı istikamette başka hikmetlerden dolayı boşanma tecrübesi olmamış ise de; bir dönem ezvac-ı tahirattan çok çektiğini de biliyoruz.

  10.11.2005

© 2021 karakalem.net, Mevlude Meriç



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut