Zorunlu bir hasbıhal

YAZMAK, ZOR iştir. Hele bizim ülke gibi eleştirel düşüncenin şeytanîleştirildiği; farklılığın tehlike, tek-tipliğin fazilet sayıldığı bir ülkede, yazmak hayli zor iştir. Bu ülkede, bizim camia içerisinde yazmak ise çok daha zor iştir; bazan, başına bela almak derecesinde zordur. Zira niyet okumalar da, alınganlıklar da, sözünüze kasdetmediğiniz anlam yüklemeler de, ‘okumadan anlama’lar da had safhadadır. Dolayısıyla, binlerce cümlenize altına imza atacak kadar sahip çıkan bir mü’min kardeşiniz hoşuna gitmeyen bir cümle yüzünden üstünüzü çizebilir; hatta, birilerinin ‘kullanılamaz’ ilan ettiği bir kelimeyi kullanmayı tercih ettiğiniz için dahi üstünüzün çizildiğine şahit olabilirsiniz. Yahut, bir mü’min kardeşinizi sırtındaki akrepten kurtarma çabanız, ‘ajanlığa’ kadar uzanan iftiralar zincirine sebebiyet verebilir.

Bu satırların yazarı, bu kabil şeyleri tecrübe etti, ediyor.

Öyle ki, aynı yazı içinde bir mü’minler topluluğunu bir noktadaki eksikliğini itmama çağırdığınız için o topluluğun müfrit mensupları tarafından damgalanırken, eksikliğini itmama çağırmakla birlikte eksikliği bahane edip onları dışlama gibi bir insafsızlığa düşmediğiniz için o topluluğun müfrit muhalifleri tarafından da damgalanma gibi bir talihsizliğe dahi duçar olmuşuzdur.

Bütün bunların insanı etkilememesi düşünülemez elbette.

Nitekim, zaman zaman, sormuşumdur kendime: Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak; suya sabuna dokunmayan, duygusal, ama kalıcı hiçbir iz bırakmayan yazılarla herkesin sevgilisi olmak varken, böyle yazabilecek bir dile ve üslubu kotarmak işten bile değilken, neden gösterişsiz, sade ve düz bir anlatımı tercih ediyorum, neden başıma dert açması pahasına mü’minlerin dertleriyle dertlenip sırtlarımızdaki akreplerden, arkamızdaki yılanlardan, ayaklarımız altındaki çiyanlardan ve iç dünyamızda ‘işbirlikçi’lerden söz edip duruyorum? Yoksa bende iflah olmaz bir muhaliflik mi var? Yahut, gerçekten, hep hissedegeldiğim şekilde, iflah olmaz bir şefkatin mi tezahürü mü bütün bunlar?

Bu soruyu en son, geçen Salı günü yazdığım yazı vesilesiyle aldığım bir ‘niyetimi’ sorgulayan, ‘kimlere laf söylemeye çalıştığımı’ tesbite çalışan bir eleştiri vesilesiyle sordum. Külliyen bütün mü’minlere ârız olduğunu hissettiğim bir probleme dair tesbitimin özelleştirilip, mü’min sırtlardan indirilmesine çalıştığım bir akrebim üstüme doğru fırlatıldığını hissettim o an. Ki, bu, bu minvalde yaşadığım duygulanımların ilki değil, umarım sonuncusu olur, ama devamına hazırlıklı olmak daha makul geliyor bana.

Yaz ayları içinde ise, bu minvalde başıma gelen belâların en şiddetlisi ile maruz kalmıştım. Bunca senedir, yazdığımın bir cümlesinden dolayı filanın, diğer bir cümlesinden dolayı falanın takıp takıştırdığı onca lâfa alışkanlık kesbetmiştim de, Allah bunca lâflar arasında bir ‘ajanlık’ yakıştırmasından beni korumuştu. Bu yaz öğrendim ki, nasipte o dahi varmış!

İmdi, bu konuları bir daha gündeme getirmeme dileği ve duasıyla, hayatta kendime ve başkalarına yapılmasından en ziyade nefret ettiğim birkaç şeyden mü’min kardeşlerimin gerek bana karşı, gerek başkalarına karşı uzak durmaları için, bir Kur’ânî nükteyi sizlerle paylaşma niyetindeyim.

Bana ve başkalarına yapılmasından en ziyade nefret ettiğim şey, Kur’ân’ın “Zanna göre hükmetmeyin!” gibi “Zannın çoğundan sakının. Muhakkak ki, (sui)zan büyük günahtır” gibi uyarılarına rağmen ‘zannederek,’ ‘niyet okuyarak’ hüküm vermek; bu hükümlerin doğrultusunda bazı konularda bizim gibi düşünmeyen mü’minler ve sözleri hakkında iftira düzeyine erişen yakıştırmalara yeltenmektir. Rabbim, cümlemizi zanna göre hüküm vermekten de, iftira illetinden de ebediyyen korusun.

Gelelim Kur’ânî nükteye...

Bir camiaya mensup bir iman kardeşimin hakkımda ‘ajanlık’ gibi bir iftirayı ‘büyükleri’ne dayandırarak sakız gibi çiğneyebildiğini öğrendiğim günlerde, herşeye rağmen, empati yaparak bu halet-i ruhiyeyi anlamaya çalışmıştım. İhtimal ki, bu kardeşlerimiz, “Dışarıda, küfür cephesinde uğraşılacak bunca fikir, bunca konu varken bu adam niye bunca dahilî meseleyi dile getiriyor?” gibi bir sorunun eşliğinde gelen bir ‘niyet okuma’ ile bu iftira ameliyesi gerçekleşiyordu.

Peki, bırakalım devamında gelen yanlışları, bu soru da mı yanlıştı? Doğru bir soru değil miydi bu?

İşte bu sorgulamayı yaşadığım hengâmda, bir gece vakti, yatsı namazından sonra, ilk önce, Âl-i İmran sûresinin 110. âyeti aklıma düştü. Allahu Zülcelâl’in, mü’minlere “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; marufu emreder, münkerden nehyedersiniz...” buyurduğu âyet... Bu âyet, Allah’ın Muhammed ümmetinden sair insanlardan ziyade bir ümidi ve talebi olduğunu ihsas ediyordu bize.

Sonra, bu âyetin ihsas ettikleri cümlesinde devam eden muhakemeler eşliğinde, Kur’ân’da Rabbimizin ‘mü’minlere’ ve ‘insanlar’a hitabı arasındaki farkı tesbit ihtiyacı hissettim. Oturdum, bütün Kur’ân’da “Ey insanlar!” hitabı ile “Ey iman edenler!” hitabı içeren âyetleri saydım. Hâfızamın ve gözümün yanılma payını da gözönüne alarak belirteyim ki, arada 16’ya 89 gibi bir büyük fark vardı. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan 16 âyete karşılık, 89 âyet “Ey iman edenler!” diye başlıyordu.

Âl-i İmran’ın 110. âyetiyle birlikte, bu Kur’ânî farka da nazar edildiğinde, ‘bütün insanlar için hidayet rehberi’ olarak Kur’ân’da Rabb-ı Rahîm’in mü’minlere özel bir hitabı, rikkati, dikkati ve ikazı apaçık ortaya çıkıyordu. Kur’ân, bütün insanlara yönelik bir hitap olduğu halde, emir, tavsiye, ikaz ve ihtarlarının özel muhatabı iman edenlerdi.

Bunun da bir sırrı şuydu: Sair insanları İslâm’a davet, ‘insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet’in bu ‘hayırlı’lığı hayatlarıyla göstermeleri nisbetinde sahih, inandırıcı ve ikna edici olabilirdi ancak. Mü’minlerince yaşanmayan bir İslâm, mü’minlerince dikkate alınmayan bir mâruf, sair insanlara ne söyleyebilirdi ki? Ancak mü’minler cenahında bir söylem-eylem tutarlılığıdır ki, sair insanların da bu dinin mesajına kulak kesilmeleri sonucunu getirirdi. Ve o yüzden, Kur’ân, özellikle mü’minler üzerinde duruyor, özellikle onlara hitap ediyor ve onları imanlarının gereğini tecelli ettiren bir yaşayışa davet ediyordu.

Dahası, mü’minler içinde ise özellikle Hz. Peygamber’e yönelik ikazları vardı Kur’ân’ın. Meselâ, bir zengine davette bulunurken bir yoksul yanına geldiğinde ilk anda yüz çeviren tek kişi Hz. Peygamber değildi elbette; ama Hz. Peygamber’in böylesi tek bir davranışı veya demesi gerektiği halde ‘İnşaallah’ demeyi unuttuğu tek bir an uyarıcı bir vahyin nüzul sebebi olmuştu Hz. Peygamber için (ilk olay için bkz. Abese sûresi, ikincisi için bkz. Kehf sûresi.)

Sözün kısası, Rabb-ı Rahîm, ‘bütün insanlara hidayet rehberi’ olan Kur’ân’ında özellikle mü’minleri muhatap alıyor; öncelikle ve bizzat onları özlerini temiz tutmaya, söylem-eylem tutarlılığı içinde ‘emrolundukları şekilde dosdoğru olma’ya davet ediyordu.

Dolayısıyla, mü’minlerin de, bu Kur’ânî terbiyenin eşliğinde, öncelikle birbirlerinin derdiyle hemhal olmaları, öncelikle birbirlerini uyarmaları, bir ‘takıntı’nın tezahürü değil, şefkat-i imaniyeden gelen ve ilâhî hikmete mutabık düşen bir zorunluluktu.

Bu çerçevede, bizim yazılarımızın ‘dışarıdaki’ sorunlardan ziyade, ‘içeridekiler’e ayna tutup onların izalesi için yol yordam arayışını ifade etmesi, bu meyanda bir özeleştiri boyutu da taşıması, bizdeki bir arızanın göstergesi olmadığı gibi, ‘normal’den de öte, elzemdi.

Bu Kur’ânî nüktedir ki, yüreğimi yaralayan yanlış anlamalar pahasına içimize dönük özeleştiriler konusunda beni dirençli ve cesaretli kılıyor.

Bu meyanda, özelde birilerine dokunma niyeti taşımadığım halde zülf-i yâre dokunduğu için hakkımda suizanda bulunan mü’min kardeşlerime, zanlarını ‘iftira’ya dönüştürmedikleri sürece, hakkımı helâl ediyor; ama böylesi bir yaklaşımın beni yaraladığı gibi, onlara da bir yarar vermediğini ve bir zarardan uzak kılmadığını bilmelerini istiyorum.

Bilvesile, Rabb-ı Rahîm’in cümlemize bayram tadında bir bayram nasip etmesi duası ile, bütün mü’min kardeşlerimizin bayramını tebrik ediyorum.

Bayramı ‘şeker’le anmakta berdevam olanlar için de, imandaki lezzetin ve ibadetteki zevkin tadını duyabilecekleri mü’minâne bir hayat diliyorum.

  03.11.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut