Başka türlü bir yalnızlık

HAYAT, SUYUN akıp gittiği yerdedir. Islanmış toprağın elementlerini kendine geçiren fide bize hayatı söyler. Ve su çekilmişse bir yerden, hayat da kısa bir süre sonra orada biter; toprak kurur, renk sarıya döner, yüzü ölüme dönük bir akış başlar.

Biz bir su gibi akarız başkasına.

İlk önce isimlerimizle dokunuruz insanlara.

Her isim bir hayata işaret ettiği için, isimlerimizden sonra hayatımızın ışıkları düşer üzerlerine.

Hayatımız ve iç evresine vakıf olduğumuz başka hayat, birlikte, bir başka hayatın kahramanı olurlar.

İsmimiz bir hafızaya düşmüşse, arkasından hikâyemiz oraya sokulup orada kendine yer açmışsa, biz tek kişi olmaktan çıkmış sayılırız. Artık sadece kendimizde değil, başkasında da yaşıyoruz demektir.

İçimize doğan ve orada büyüyen her şey, isim ve hikâyemizin yaşadığı yer ve insanlara da sıçramıştır. İsmimizin düştüğü hafıza ve kalbini hikâyemize açan insan için önemli hale gelişimiz, varlığımıza bir işarettir aynı zamanda. Çünkü artık o insanda yerimiz var; yanına gittiğimizde çoğaldığını hissediyor, kendisinden ayrıldığımızda bir boşluk hissediyor. İsmimizin tekrarlandığı o yer varlığımızın altını çizer devamlı. İsmimiz ona bir şey hatırlatır, yanında bulunuşumuz ile olmayışımız arasında bir fark olur.

Başkasında başlattığımız kımıltılar, ya da kalplerimizde yeri olan isimlerin bize taşıdığı renkler, ikisi de hayata, yani diriliğe işarettir. Biz ve başkası, birbirimizde yaşarız. Kök olarak kendimizde derinleşirken, dallarımız ‘başkası’nda çiçek açar.

Ve bizi iki tür ölüm bekler. Varlığımızın yükünü taşıyan biyolojimizin bir sebeple çöküşü, ölümün birinci ve bilinen türüdür. Bu tür ölümün üzerinden günler ve yıllar geçince, biz bir hatıraya dönüşür; varlığımızın rengi solar, sonra da yerimizi başka renkler alır. Ancak geride, bu tür ölümün siliciliğini alt edecek eserler bırakmışsak, insanlarda yaşamaya devam ederiz. Demem o ki, bu tür ölümün dayanılır tarafı vardır.

Diğer ölüm şekli, yani en acı olanı, insanların (‘başkası’nın) hayatından çekilmektir. Girdiğimiz kalplerden ve hafızalardan silinmemiz, varlığımızın ölümü anlamına gelir. Artık başkasına gitmiyoruz, başkası da bize gelmiyordur. Biz başkasına bir şey hatırlatmıyorsak, sözlerimizle kalplerinde adımlar atmıyorsak ve bunu hissetmiyorsak, başkasında yaşadığımızı duyuran haberler de gelmiyorsa bize, ölümün ikincisini tadıyoruz demektir.

Daha koyu daha ağır bir ölüm halidir bu. İnsanların hafızasından silinen, artık kalplerde olmayan, bir başkası için anlamsız hale gelen insanların derinden hissettikleri bir şey...

Bunu yaşayanlar bilir. Bilip yaşayanlar bize şunları söylerler:

Ölümün bu türlüsünden sonra, biyolojik varlığımız, güneşin doğuşu ve batışı arasında tanıklık ettiğimiz yaşanmışlık, yaşıyormuşuz sanısı vermez. Bizi, sağa sola sıçrayan bir imparatorluğun, günün birinde merkezine çekilmesiyle birlikte yakalandığı ölüm karşılar. Girdiğimiz kalplerden düştükten sonra kabuğumuza kapanır, ölümün yakın akrabası ağır bir uyku dolanır etrafımızda. Çünkü bakışlarımızın odaklandığı ve sonra kalbimizde yer açtığımız; sözleriyle, dokunuşlarıyla en ölü noktalarımızı dirilten, içimizdeki coşkuyu kışkırtan insanlara kendimizi taşıyamıyoruz. Bizden uzaklaşan sevgiliye ettiğimiz sözlerin kalbine düşürdüğümüz şey, dışarının soğuğunda titriyor. Ayrılıkla silikleşen, ama hatırasıyla bizi yakmaya devam eden insanlar da bize gelmiyor. Ne sözleri kulağımıza çarpıyor, ne görüntüleri gözlerimize konuyor, ne de sevgileri gelip kalplerimizden öpüyor. Başkasızlığın çölünde düştüğümüz kuyularda, yaralarımıza merhem bulamıyoruz.

Çıplak tende hissedilen yakıcılık ayarında bir gerçek şu ki, insan kendine yetmemektedir. ‘Başkası’ndan yalıtılmış bölgelerde kendimizi ne kadar sağlama alırsak alalım, yarım ve eksik kalmaktan kurtulamayız. Hayatın sorularına yetecek cevaplarımız da olsa, dünyanın dertlerine merhem olacak bir zenginlik içinde de olsak, ‘başkasız’sak, tutunduğumuz dallar köklerinden kopmak üzere demektir. Bizi kovalayıp duran korkulardan kaçış niyetine kurduğumuz ve sonuçta sığındığımız kuyularda düşmemek adına tutunduğumuz iki dal da, başımızda uçuşan korkularla ve ayağımızın altında ağzını açmış dipsiz boşlukla kemiriliyor.

Gözlerimizdeki ışıltı, bakışlarımızı üzerinde toplayan ‘güzel başka şeyler’le mümkün oluyor. Denizde kayıp giden vapurun penceresinden bakarken gördüğümüz, içimize hoş dokunuşlar bırakarak geçen şeyler, ‘başkası’yla gelen mutluluğa dairdir. Balıkların su yüzeyine çıkışları, martıların suya dalışları, kımıl kımıl denizin su oyunları sayesinde gözlerimiz bir yolculuktan aydınlık topluyor. Eğer görüntülerden yoksun bir yere tıkılmışsak, ‘başkasız’lığın heyecansız çölüne düşmüş sayılırız. Bu durumda, hayatlardan çekilmişliğin fotoğrafını vermeye hazır sayılırız. Başka bir söyleyişle; kabuğuna büzülüşün, ölüme kadar yolu olan bir uykuya girişin, sükûtla birlikte hayattan soyuluşun...

Herhalde söylemeye gerek yok; bu iyi bir şey değil.

Ne kadar ‘farklılık’ varsa onlara buğzeden, her bir şeyi kalıptan geçirip ‘düz’leştiren ülkemin nev-i şahsına münhasır durumları, ‘başkasızlık’ çölünden haber veriyor. Söylemeye gerek var mı, bu da bizi üzüyor.

  29.10.2005

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut